Giriş
Aziz dostlar, sizleri fazla sıkmayacak şekilde ve hepsi de birer kitap konusu olduğu halde, bu kısa “DİZİ YAZIMIZ” da, Türkiye’nin 14 Mayıs 2023’de seçim atmosferine iyice girdiği şu günlerde, iktidar olmaya talip ve aday siyasi partilerimizin neredeyse hiçbirinin günümüz itibariyle artık iyice “ALTI ÇEŞİT MİLLİ BEKA SORUNUMUZ” haline gelmiş bu sorunlarımızın dile getirilmesi ve çözümlenmesine hiç yanaşmadıkları, devamlı gözardı ettikleri bir ortamda yaşıyoruz.
Siyasi partilerimizin, her Allah’ın günü sanki bunların dışında hiçbir ciddi sorunumuz yokmuş gibi, enflasyon ve doların yüksekliği, faiz belası, hayat pahalılığı, geçim sıkıntısı, maaşların azlığın, sık sık değişikliklere uğrayan rejim meseleleri vs. gibi “köklü” değil “kabuk” meselelere kilitlenmek, çözümlenmeleri, her an ve kısa bir müddet içinde olabilecek bunları, bu meseleleri, seçmenin oyunu alabilmek için her gün dillerine dolamaları, sürekli siyasi propaganda malzemesi yapmaları, vatan ve milletimizin geleceğinin tam olarak kurtarılmasına yönelik işler değildir.
“Kabuk sorunlarımız” dışında “asıl ve köklü” sorunlarımızı dile getirerek, en sonunda da vatan ve milletimizin, bugün ve gelecekte daimi olabilecek huzurlu ve varlığının ilelebet davamı için hangi şartlarda ve hangi özelliklere sahip partilere oy verebileceğimizi de dizi yazımızın en sonunda açıklayacağız.
Bu yazımızda ayrıca, yerlerinin geldiği kısımlarda, “taşı gediğine koymak” kabilinden, 40 yıllık yayıncılık ve kitap fuarı hatıralarımı da anlatarak, bunlarla yazımı hem belgelendirecek hem de renklendireceğim.
“Asıl ve köklü sorunlarımız” ı dile getirmeye yönelik ilk olarak, Başbakan Turgut Özal zamanında başlayan ve ondan sonraki dönemlerde iyice ivme kazanan “Yabancıları ev ve toprak satmak” tan bahsedeceğiz.
Yabancılara Ev ve Toprak Satmaların Gerekçeleri
1-1970’lı yıllardan itibaren Yerküremizde artık, özellikle de “ekonomik” olarak, “Küreselleşme, Globalleşme, Serbest Piyasa Ekonomisi ve Özelleştirme başladı. Kalkınmak için biz de bunların dışında kalamayız” söylemi dillerden hiç düşmemiştir. Üç kelimelik ifadesiyle de buna “Küresel Sermayenin hakimiyeti” diyebiliniz. Dünya’da “Küresel Sermaye” odağı neresi idi? Anglo – Sakson ve Kıta Avrupası, yaklaşık 300 yıldan beri hakimiyetini dünya üzerinde sürdüren “Kapitalizm Emperyalizmi” idi. Sömürüsünü devam ettirebilmek için 20. asrın son çeyreğinde kendisini, “eski şartlar” artık eskidiği için kendisinin belirlediği “yeni şartlar” a uymak gerekecekti. Zaten bu da yukarıda anlattığımız şekilde belirlenmişti.
2- “Kalkınmak için yabancı sermaye ve teknolojileri ülkemize çekmek gerekiyor. Bununiçinbunların geliş şartlarından birisi de fabrika kuracakları toprakların kendi mülkiyetlerinde olmasını istiyorlar” görüşü.
3-“Avrupa Birliği’ne (AB) girmek için aday bir ülkeyiz. Buna girmek için adı geçen birliğin ‘Müktesebatına’ (giriş şartı antlaşmaları) mutlak uymamız gerekiyor. Yabancılara ev ve toprak satmak da bu şartlardan birsidir” görüşü.
4-Hazinemiz bomboş, bunu biraz da gayri menkul satarak dolduralım” görüşü.
Yabancılara Satış Yapılanmasının Süreci Nasıl İşledi?
Bu “körolası” diyeceğimiz, dört görüşün ilk kararı ve pratiğini Adalet Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Süleyman Demirel ile ”onun adamı” denilen Devlet Planlama Teşkilatı Başkanı Turgut Özal’ın birlikte hazırladıkları, adına “24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları” denilen kararlarla “ilk adım” atılmıştı ama, bir türlü “istenildiği” gibi yürümüyordu. İşte tam bu sırada, özellikle “dış algı operasyonlu” olarak, “gelenekten gelen” denilen, “Bu kararlar sivillerle yürümez, Türkiye’de ancak bir darbe ortamında uygulanabilir” den, istenilen darbe, Amerikalıların “Bizim çocuklar yaptı” dedikleri biri Genel Kurmay Başkanı 4’ ü kuvvetler komutanı 5 generale 12 Eylül 1980’de yaptırıldı.
“Artık kullanım miadı doldu” denilen Başbakan Demirel darbeyle tasfiye edilmişti ama, yeni kurulan “12 Eylül Darbesi Rejimi Hükümeti” denilen ve yine darbeden 12 günönce emekli olmuş Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent Ulusu’yada hükümet kurdurulmuştu. “Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcılığı” na da, “Demirel’in artığı” denildiği halde, kendisinden bir türlü vazgeçilmek istenilmeyen Turgut Özal “tesadüfen” getirilmemiş, “Amerika’nın darbeci generallere fısıldaması”yla getirilmişti.
Anlaşılan, “Darbe Rejimi” denilen hükümet ortamında 24 Ocak Kararları Özal’a uygulattırılacaktı. Zaten de Başbakan Özal, hatıralarını anlattığı gazeteci yazar Mehmet Barlas’a da “24 Ocak Kararlarının asıl mimarı Sayın Demirel değil bendim” dememiş miydi? Demişti ve şimdi uygulamaya başlamıştı. Ama, darbeci generallerin, “Bazen milliyetçilikleri, muhafazakarlıkları tuttu. Birçoğunu uygulatmadılar” değerlendirmeleri de yapıldığı halde, artık 3 Kasım 1983 seçimleri de iyice yaklaşıyordu.
“Tam uygulatmak” için denilerek, bu seçimleriÖzal’ın kazanıp başbakan olması yine “Küresel Sermeye ve Kapitalizmin başı” denilen Amerika’nın kendisinin fısıldaması sonucu Özal’a Anavatan Partisi kurdurtulmuştu.
“12 Eylül Darbesinin başı Orgeneral Evren” denilen bu, Özal’ın partisini “veto” edip seçimlere sokmamakta kararlı idi. O, kendisinin emekli Orgeneral TurgutSunalp’e kurdurduğu Milliyetçi Demokrası Partisi’nin seçimleri kazanıp iktidar olmasını istiyordu. Amerika, Özal’ın iktidara gelmesi için Evren nezdine eski NATO başkomutanı Amerikalı general AleksandrHaıg’igönderip, Özal’ın seçimlere girmesineondan izin çıkarttı.
Seçimleri Özal kazandı ve başbakan oldu. O bu rolüyle, 12 Eylül Rejimi Başbakan Yardımcılığı döneminde “tam” olarak yapamadıklarını kendi dönemi denilen 1983 – 1992 döneminde yapacaktı.
İşte tam bu dönemde, yine “Amerika’nın kulağına fısıldamasıyla” olacak ki, “Küresel Sermaye’ ye tam adaptasyon” şartlarından birisi olarak, Başbakan Özal, “Yabancılara ev ve toprak satımı kanunları” nı da “Özal’ın yenilikleri” nden olarak çıkarmaya başladı.
Başladı ama, çıkardığı ilk kanun , “Güvenliğimiz ve toprak bütünlüğümüz için tehlikelidir” gerekçesiyle Milli Güvenlik Kurulu’nda itiraza uğruyor ve Anayasa Mahkemesi de aynı gerekçelerle kanunu iptal ediyordu. Özal’ın ısrarlıya kanun çok az değişikliklerle yeniden çıkarıyor ve gene aynı itirazlarla bu da iptal ediliyordu. Yabancılara ev ve toprak satımı bir başka bahara kalmıştı.
Başbakan Özal’ın 17 Nisan 1993 ölümüyle dönemi bitince, onun yerine yine “Amerika’nın fısıldamasıyla gelen” denilen yeni yeni bir sürü başbakanların dönemleri başlıyor ve bunlar da “planlandığı” üzere görüşüyle bir bakıma Özal’ın yollarını takip ediyorlardı. Hatta bu başbakanlardan yabancılara gayrimenkul satışlarına yönelik, “Ben Türkiye’yi pazarlamaya geldim” demekten bile çekinmeyenler vardı. İlerleyen zaman içinde, “Yabancılara satmak kanunları” yeniden çıkarılmaya başlandığı zaman, Milli Güvenlik Kurulu ve Anayasa Mahkemesinin yeniden itiraz ve iptallerine rağmen, bu sefer allem edilip kallem edilip bir yolu bulunarak bu satışlar “tam yürürlük” e konuluyor.
“Yabancılara Toprak Satmak İkinci Filistin Olmaktır”
Özal hükümeti ve muadili – emsali diğer hükümetler tarafından çıkarılan yabancılara satış işine yukarıda adları geçen iki “resmi kuruluş” yanında sivil kamuoyundan da büyük tepkiler ve karşı çıkışlar geldi. Bunların karşı oluş gerekçelerinde sürekli olarak şu dört sebep ve birkısım pratikleri ileri sürülerek devamlı tekrarlandı:
1-Jeolojik sebepler: Jeopolitikçilere göre, Anadolu yarımadası, üç büyük kıtanın (Asya, Avrupa ve Afrika) üzerinde düğümlendiği, dünyanın en büyük ve kıymetli “jeopolitik adası ve tepesi” dir. Bu sebepten, bu “en güzel imkan” a sahip olmak için Anadolu ile komşu küçük devletler ve büyük devletlerin bu topraklar üzerinde “milli emelleri” vardır.Özellikle Rusya, devamla bu emel üzerindi durmuş, bunu daha Çar I. Petro zamanından beri, Anadolu üzerinden “Sıcak Denizlere İnmek” emeliyle sloganize etmeye başlamıştı.
2-Teolojik sebepler: Anadolu yarımadası, Hristiyanlığın buradan bütün dünyaya yayıldığı ve ilk kiliselerinin burada kurulduğu topraklar olması sebebiyle, burası bütün Hristiyan dünyası için “Kutsal” olmanın yanında “Vaat Edilmiş Topraklar” dır. Bu dünyaya göre, Müslüman Türkler, buraya sonradan gelip bu toprakları “gasp” etmişlerdir. Ellerinden geri alınmalıdır. Zaten tarihte 12 Haçlı Seferi bunun için yapılmış, 1920’ de Sevr Antlaşması da bize zorla bunun için kabul ettirilmeye çalışılmıştı. Bu anlamda Hristiyanların öncelikle Hatay, Kapadokya, ve “Meryem Ana Evi Uydurması” yla İzmir – Antalya Hattı ve Trabzon –Samsun hattı üzerinde durmaları çok ilginçtir.
3-Stratejik Sebepler: Bu, askeri güç kullanmayı gerektiren bir sebep ki, dünyada “süper güç” olmak isteyen bütünbüyük devletler, Anadolu üzerinden mutlaka geçilmesi gerektiğine inanmışlardır. Babilliler, Sümerler, Hittiler, Presler, Elenler (İmparator İskender) , Roma, Selçuklu, Osmanlı imparatorlukları hep geçmişlerdir. İngiltere, 1833 – 1945, ABD, 1945 – 1990 zaman dilimlerinde ise, “üzerinden geçmek” ten olarak “büyük nüfuzları” nı kurmuşlardır.
4-Tarihi sebeple: Biraz da teolojik sebeplerle karışık Siyonist Yahudilerin emeli, “Tevrat’ta da emrediliyor” denilerek (“Mısır ırmağından –Nil’den Büyük ırmağa –Fırat’a kadar olan diyarı senin zürriyetine verdim”, Tevrat, Tekvin Kitabı, bab 15) “Büyük İsrail” emelinin sınırları “Nil’den Fırat’a” hedefi ve sloganı ile çizilmiştir. 1898’ de “ Dünya Siyonist Teşkilatı’nın kurucusu ViyanalıYahudi Hukukçu ve Gazeteci TheodorHerzl, İstanbul’a 1896’da ilk gelişinde Sultan II. Abdülhamid’e sunduğu teklifinde “Yahudi Milli Yurdu” sınırlarını, hatıralarında da bahsettiği üzere şöyle çizmişti: “Sınırlar, Kuzey’de Kapadokya dağları, Güney’de Süveyş kanalına kadar olan alanı kapsamalı. Devamlı tekrarlanacak slogan: Davut ve Süleyman’ ın Filistin’i olmalı” (TheodorHerzl, The Complete Diaries ofTheodorHerzl, Volume I, New Yort andLondon, 1961, s. 342) Kapadokya dağları dediği, sıradağlar olan Toros dağlarıdır.
Ermeniler için Doğu Anadolu, Yunanlılar için de Batı Anadolu veya onların tabiriyle “İyonya” Yunanlıların “ana yurdu – tarihi mirası” dır. Kapadokya ve Pontus da öyle. İstiklal Harbimizyıllarında Ermenilerin Doğu Anadolu ve Yunanlıların da 16 Mayıs 1919‘da başlayarak Batı Anadolu’yu işgal sebepleri, “Tarihimizin arşivinde kayıtlı kutsal, vaat edilmiş – anavatan topraklarına yeniden sahip olmak” tı. İstiklal Harbimizle bunları kovmuştuk.
Kovduğumuz Yunanistan Kralı Konstantin, işgalci Yunan ordusuna “moral vermek” için denilerek, İzmir’e gelirken halkına yayınladığı bildiride “Elenizmin vaat ettiği topraklara gidiyorum” dememiş miydi? İzmir’de karaya çıkarken limana serilen Osmanlı bayrağına “hakaret” için onu çiğneyerek geçmemiş miydi? Mustafa Kemal Paşa, bu “alçaklık” ı yapmamıştı. İzmir’e girerken önüne, Konstantin’in yaptıklarına nazire olsun diye “bu bayrağı çiğneyerek geç” dercesine Yunan bayrağını koymuşlarken, o buna itiraz edip, “Bunu önümden alın, bizim bayrağımız bize nasıl kutsalsa, Yunanlıların bayrağı da onlara öyle kutsaldır. Biz kendi kutsallarımıza nasıl saygılı oluyorsak, düşmanlarımızın da kutsallarına saygılı olalım.” demiş, bu tavrıyla Türk Milletinin Yunan milletinden daha medeni olduğunu ortaya koymuştu.
Ellerine bayraklarını verip Yunanlıları kovmuştuk ama, günümüz itibariyle ise, gazetelerde de haberler olarak yer aldığı üzere, “Toprak ve ev almaktan” olarak, Yunanlıların Batı Anadolu, Doğu Trakya, Kapadokya ve Pontus’tan, Ermenilerin ise Doğu Anadolu ve özellikle de Van yöresinden ev - toprak almaları öncelikli tercihlerine bakılırsa, bu alınmaların bize gelecekte ne büyük zararlara sebep olacağı gerçeği gün gibi ortadadır.
Yine günümüz itibariyle de çıkardığımız “Yabancılara Ev ve Toprak Satmak Kanunları” yla da sanki 1920 Sevr Antlaşmasını kendi elimizle uygularcasına, “Geliniz, zaten kanunlarını da çıkardık, dolar getirerek, istediğiniz bölgeden toprak satın alarak buralara yerleşin” dememize, bilmiyorum, sizce, “gaflet mi, delalet mi, cehalet mi hatta ihanet mi” ne derseniz deyiniz, bu topraklarımızın “ölüm fermanı” nı kendi elimizle yazmak değilde nedir?
“Araplar Karadeniz’e İndi”
Bu gazete haberi manşeti, 5-6 yıl önce birçok gazetenin manşeti idi. Haberinde, yabancılara toprak satımından olarak “Hatay İlimiz Elden Gidiyor” ara haber başlığı da vardı. Hani Araplar ve Suriye’nin burada “gözü” vardı ya! Günümüz itibariylede gazetelerde “Hatay haberleri” den olarak, “Araplar Hatay’ın yüzölçümünün % 40’ını satın aldılar” şeklinde haberlere sıkça rastlamak mümkün. Yakında herhalde tümünü alacaklar ve belediye başkanları da artık hepAraplardan olacaktır. Tam bu noktaya gelindiğinde, bölge- il yöneticisi bu adamlar, belkide “halk oylaması” isteyerek “adalet yerini bulsun” kabilinden burasının Suriye’ye ilhakına çalışacaklardır.
Arapların Hatay’dan sonra göz diktikleri ikinci bölgemiz, Orta ve Doğu Karadeniz’dir.
Tarihte burası hiçbir zaman Arap toprağı olmamış ve burada neredeyse hiç Arap yaşamamıştır. Peki, bugün itibariyle buraya ilgileri nereden kaynaklanıyor? Benim zannımca, “Güvenlik endişesi” nden burasını tercih ediyorlar. Bugün itibariyleneredeyse 25 Arap devletine, her türlü terörizm ve anarşik olaylar musallat olduğu vebunlar bir türlü önlenemediği halde, bunlardan “kaçmak” için adı geçen bölgemiz bunlar için “En güvenilir bir sığınak” olarak görülüyor, ama, bunun ileride bizim için bir “potansiyel tehlike” olabileceğini hiç kimse hesaba almıyor ve katmıyor.
2022 Mayıs’ının sonlarında Samsun’da bir kitap fuarına yazmış olduğum 83 kitabımı okuyucularıma imzalamak için katılmıştım. Katılmıştım ama, caddelerini gezerken, bana “Aman Allah’ım” dedirtecek işyeri isimleriyle karılaştım. Birinci olarak, işyeri isimlerinin çoğu Türkiye’nin her şehrinde olduğu gibi, Türkçe karşılıkları ola ola hep İngilizce kelimelerden işyeri isimleri idi. “Yabancılaşmak ve kimlik kaybı” ndan olarak ikinci sırayı Arapça işyeri isimleri alıyordu. İşyerlerinden sanki Türkçe isimler silinmiş yelerini bunlar almıştı. Hatta öyleki “çifte dil” kullanımıda vardı. Hem de Samsun Büyük Şehir belediyesinin tabelalarında. Çöp kutuları üzerlerine hem Türkçe hem de Arapçasını yazmışlardı. Zamanında ödenmeyen su paralarının ödenmesini ikazı için öyle sabit panolar veya seyyar panolar vardı ki, en üstlerine Arapçasını yazmışlar, altlarına ise “lütfen” kabilinden Türkçesini koymuşlardı.
Samsun halkına sordum: “Neden böyle oluyor?” Cevaben: “Beyefendi daha haberiniz yok mu? Samsun’un birçok yerini Araplar satın aldılar. Korkmaya başladık, sayıları artıkça her halde bizi bu öz yurdumuzdan kovacaklar” diye hayıflandılar.
24 Aralık 2022 – 3 Ocak 2023 tarihleri arasında da Trabzon Kitap Fuarında İdim. Sahibi olduğum “Vatan Yayınları” standında halkımızı ve yöneticilerimizi uyarmak kabilinden “Yabancılara Toprak Satmak İkinci Filistin Olmaktır” afişini de asmıştım. Orta yaşlı bir okuyucu kadın geldi. Yukarıdaki afişimi görünce ağlamaklı bir hal alarak konuşmaya başladı: “Hocam bu afişinizi 10 metre büyüklüğünde yapıp şehrimizin en işlek meydanına asın n’olur” dedi.
Sebebini sordum: Trabzon merkeze bağlı bir varoş köyünde oturuyormuş. Köylülerinin ev ve topraklarının yarısını Araplar, büyük petro dolarlar vererek satın almışlar. “Bize yan bakıyorlar, onlar da Müslüman olmalarına rağmen iyi geçinemiyoruz. Köyümüzde biraz daha çoğalırlarsa herhalde bizi buradan sürüp çıkarırlar” ” demesi beni iyice korkuttu ve büyük endişeye sevk etti.
Benimle yaşıt, 40 yıldan beri tanışık olduğun bir dostum da, Arapların Rize’den 40 bin dönüm çay bahçesi ve bir o kadar da Trabzon ve civarından fındık tarlaları satın aldıklarını ve “Buna bir çare bulunması gerektiği” ni de söyleyince daha da şoke oldum.
Ordu kitap fuarına da katıldığımda benzer manzaraları gördüm. Belediye başkanı biz yazarlara, fuar süresince sahilde Ordu’nun en büyükve lüks otelini kalmamız için parasını belediye bütçesinden ödeyerek bizi misafir etmişti. Sabah kahvaltılarını hep burada yapardık. Lokantasının yarısı Araplarla dolu olurdu. Garsonlara sorunca öğrendik, burada öğle ve akşam yemeklerinde Arap kalabalıktan Türk müşteriler neredeyse hiç yer bulamazlarmış. Üstelik de Arapların çoğu turist olmaktan ziyadede, Ordu’dan yoğun olarak ev alanlarmış. Bir garson, “Hocam, bunların çoğu petrodolar zenginleri olduğu için evlerinde hiç yemek yapmazlar. Hep burada hazır yerler. Gelemeseler bile ‘getir yemek’ ten olaraksipariş verirler evlerine götürürüz” demişti.
“Arap Mültecileri Sorunu”Vb. Ne olacak?
Söz Araplardan açılmışken, hele, 5-6 milyon Suriyelinin ülkemize “gerçekten”mi , yoksa “uluslararası bir senaryo veya algı operasyonu” sonucu mu “mülteci” yaftasıyla Türkiye’ye gönderildikleridir. Bu da “Demografik yapımızı iyice bozacağı” için üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken bir olaydır ve hatta “MİLLİ BEKA SORUNLARIMIZ” dan birisidir.
Bazı görüşleri göre, “Biz Suriye’yi işgal etmedik, bizi Suriyeliler işgal ettiler”. Biz Suriye’de, “orada bizi de yönelik güvenliği sağlamak” için yalnızca “askeri garnizonlarımız”la varız. “Terör bittikten” ve Suriye’nin “toprak bütünlüğü” sağlandıktan sonra ülkemize geri döneceklerdir. Asıl olan, milyonlarca Suriyelinin ve daha başka ülkelerden olanların hallerinin ne olacağıdır? Bazı görüşlere göre ise, “Türkiye bunlar tarafından terkedilmemek, geriye dönmemek üzere bir çeşit işgal edilmiş” tir. Bu da yabancılara ev ve toprak kaptırmak kadar ve belkide ondan daha tehlikelidir. Hele, bunlara bulundukları yerlerde evve toprak almalarına ve bunların “Türk Vatandaşlığı” na geçirilmelerini asla izin gerilmemelidir. Bunlar “mülteci olmak”sıfatlarına uygun değildir. Statüleri gereği, nasıl olsa “zamanı gelince” geldikleri yere gönderileceklerdir. Türkiye’nin hem “Demografik bütünlüğü” ve hem de “toprak bütünlüğü” nü korumak için hangi ülkelerden ve milliyetlerden olurlarsa olsunlar, tek bir mülteci kalmayıncaya kadar bütün mülteciler geldikleri yere geri gönderilmelidirler. Zira milletimiz, “İmparatorluk Dönemi” nde demografik yapısının pek çok çeşitlilik göstermesinden çok çekmiştir. Devletimiz ve ülkemizi genelde, hep emperyalist büyük devletlerin bize karşı kışkırttığı “azınlık isyanları” sonucu kaybetmişizdir. Türkiye Cumhuriyeti Devletinde, tarihte olup bitenlerden dersler almaksızın “yeniden bir azınlıklar sorunu yaratacak” ortamın oluşmasına asla izin verilmemelidir. Tarihte, azınlık nüfusu 300 – 500 kişi olan azınlıklara bile, “devletçikler” kurdurtmak için milletimizi karşı isyan ettirilmişlerdir. Bir Müslüman Türk, bir sokulduğu delikten bir daha sokulmaz. İkinci bir sokulmanın fırsatlarını vermez.
“Ruslar Sıçak Denizlere İndi”
Bu, 18 Ocak 2023 tarihli bir gazetenin haberinin manşeti idi. Haberinde, Antalya’dan dolar karşılığı en çok ev ve arsa - tarla alanların Ruslar olduğundan rakam ve sayıları da verilerek bahsediliyordu. Bu sebepten birinci olarak, Rusların burada yabancı çoğunluk olmalarından dolayı gazete bunu, Rus Çarı Deli Petro’nun (II, Petro) 1700’de yapılmış “12 maddelik vasiyeti” ne uygun olarak, bu maddelerden birisi “Sıcak Denizlere ininiz” in bugün itibariyle Akdeniz’e hem de “kendi elimizle gerçekleştiriliş” olunduğu üzerinde duruyordu.
Antalya ile ilgili bir gazetenin de haber başlığı 25 Ocak 2023’de manşetten “Antalya’da Rus Şirket Patlaması” idi. Spot yazı olarak üstünde yazılanları ise; “Kentin demografisini değiştiren yabancılar 5 695 Şirket Kurdu” idi. Haberinde, kurulan şirketlerin çoğunluğunu Rusların şirketlerinin teşkil ettiği, artış oranını 2022 ‘de % 527 olduğu üzerinde duruluyordu. Haberinde bir ara başlık olan “Kentteki Rusça Tabela Sayısında Büyük Artış” ın altında, işyerleri isimleri olarak İngilizce işyeri isimleri yanında Rusça olanlarının da tabelalarda artmaya başladığından bahsediliyordu. Yıllardan beri hep şehirlerimizin, Türkçe karşılıkları ola ola İngilizce işyerleri sebebiyle, “İngiliz şehirleri halini aldığı” ndan ” sızlanıyor ve şikayetçi olunuyorken, bir de buna “Rusça tabelalarla Rus şehirleri halini almak” da buna eklenince, işlerin iyince zıvanadan çıktığı anlaşılıyor.
Hele, son bir yılda Antalya’ya en yoğun olarak gelenlerin, Rusya ile Ukrayna arasında bir yıldan beri savaş hali yaşandığı için “harp kaçkını ve sığınmacısı” denilen Rusyalı Ruslar ve Ukraynalı Ukraynalılar olması da çok düşündürücüdür. Bir arada, özellikle de 2022 bahar aylarında yine “harp kaçkını ve sığınmacısı” olarak, “İran üzerinden” denilen binlerce Afganlı “mülteci” ile karşı karşıya gelmiş ve bunları da ülkemize almıştık. İran, bunları niye kabul etmemişdide hep Türkiye’ye göndermişti? Bunu hiç düşündük mü?
Bir kere, ülkemiz dünyanın her yerinden “harp kaçkını mülteci” sığınma başat alanı olmaktan çıkarılmalı, ikinci olarak bunların kayıtları çok iyi tutularak harpler bitince bir tek kişileri kalmayıncaya kadar ülkelerine geri gönderilmelidirler. Ruslar gibi, Ukraynalılar gibi sermayeleriyle gelipşirketler kursalar bile. Ekonomide de kimseye muhtaç olmadan kendi kendimize yeterli hale gelmeliyiz.
“Onlar bizi ekonomik yönden kalkındıracaklar” saçma sapanlığıyla da vatanımızın şurasını burasını yabancılara peşkeş çekerek ülkemizi ziyana uğratmayalım. Türkiye her bakımdan “yol geçen hanı” olmamalıdır.
“ ‘Vaat Edilmiş Topraklar’ Vaat Edilenlerin Eline Geçiyor”
Bu başlıktan anlayacağınız, adına ister GAP bölgesi deyin, isterseniz Güneydoğu Anadolu Bölgesi deyin, neredeyse bütün bu bölgeyi “Büyük İsrail’i Kurmak” emeliyle, adı geçen gazete haber başlığıyla, İsrail’in daha yabancılara toprak satmak kanunları çıkar çıkmaz hareket geçip satın amaya başladığı üzerinde duruluyordu.
Yanılmıyorsam, 2008 yılı Mayıs ayı idi. Konya’da belediyenin bir meydana çadır kurarak açtığı kitap fuarına da katılmıştım. Kendisi için “Türkiye ve Türkçe sevdalısı” denilen Konya’lı Prof. Oktay Sinanoğlu, beni de ziyaret etmiş, tanışmıştık. Biraz uzun sohbete daldık. Bir ara, “Süleyman hoca, İsrail Gaziantep’ten başlayarak Siirt’e kadar bütün GAP topraklarının büyük bir kısmını satın aldı” demesi, beni toprak satımı konusunda erkenden şoke etmeye başlamıştı.
GAP deyince, aklıma yeni geldi. Değerli yazar Ramazan Kurtoğlu “Ortadoğu’da Babil’den Günümüze SiyasalMesihcilik Tanrı İmparatorluğu ve Türkiye” isimli kitabında, GAP’ı boydan boya sulayacak olan, Türkiye’nin en büyük iki barajından birisi Atatürk Barajı yapımının İsrail’i, bu barajı ve GAP topraklarını biran evvel ve öncelikle kendisinin ele geçirme isteğini tahrik ettiğini yazdı (sayfa 34). Doğrusu budan da çok ürperdim, “Acaba bu barajı yapanlar, İsrail yapmadan önce biz yapalım da ona hizmete hazır olsun” diye mi yaptılar” dan olarak da kara kara düşündüm.
Güney Doğu Anadolu’ muzun elimizdengittikçe çıkmasına yönelik daha da büyük “şoke” oluşumu, 2021 Aralığında Urfa’da yapılan bir kitap fuarına katılmam sırasında yaşardım. “Urfa’nın en büyük toprak ağalarından ve hatta Urfa topraklarının yarısı onun” denilen bir “Büyük Toprak Ağası” nın bütün topraklarını Yahudilere hangi yollardan ve kitabına uydurmalardan satmıştır bilmiyorum, yanlış okumadınız “üç trilyon lira” ya satmış ve bunu “miras” olarak oğulları ve kızlarına pay etmiş olduğunu yakın sayılabilecek güvenilir bir çevresinden öğrendim. Paylarını alanlar da herhalde, ellerine dünyayı satın alacak paralar geçtiğinden İstanbul’a koşup giderek “daha rahat yaşamak” için buradan en pahalı yalılar, yatlar, katlar, dükkanlar ve dünyanın en pahı arabalarınıvb. almışlardır diye düşünüyorum. Ama, Osmanlı döneminin zengin Filistinli Arapları gibi Yahudilere “vatanlarını sattılar” bunun farkında ve bilincinde değiller sanki…
Topraklarımıza Yönelik “Betonlaşma” ve “Erezyon” Tehlikesi
Topraklarımıza yönelik, “iç teknik sebepler ve tehlikeler” den birinci olarak “Ovalarımıza bina yapmak düşman işgali benzeridir” gerçeğini Edirne’den Kars’a kadar herkes zaten yaşayarak görüyor ve “rant” ve “çıkanlar” a hizmet eden bu “toprak kullanım hastalığı”ndan herkes dövünüyor, üzülüyor ve çözümü için bir çareler arıyor.
Dünyada denizle sınırı olan birçok ülke “tarım arazisi darlığı” yüzünden milyarlar harcayarak “denizi doldurmak” suretiyle yeni tarım arazileri kazanırlarken, zaten bizim de coğrafyamızın her yer dağlar ve taşlarla kaplı % 70’ i tarıma deniz gibi elverişli alanlar olmadıkları halde, oldukça kıt sayılabilecek % 30’luk (bunun % 10’u verimli düz ova, geri kalanı yamaçlara yaslanmış, sulanamaz kısır topraklardır) tarım ovalarımız, tarlalarımız üzerine binalar yapmak ne demektir? ? “Düşman işgali benzeri” değil midir? Bir sürü tarıma elverişsiz yamaçlar, kaya yüzeyleri ve uygun dağ yapılanmaları varken buna tahammül edilebilir mi ? Eski insanlar bizden çok daha akıllı olacaklar ki, binalarını verimle ovalara değil, dağlara ve dağ yamaçlarına yapmışlardır.
Vatanımızda “ihanet” sayılabilecek şu çok açıklı manzaraya bir bakın: Yüzyıllardır dünyanın en verimli en bol ve en kaliteli üretimleriyle en başta gelen ihracat ürünlerimizden zeytinlikler, portakal, mandalina, limon, nar, elma, incir vs. bahçeleri, üzüm bağları, fındık, yer ve dal fıstığı, pamuk, haşhaş, tütün, fındık, çay vs. tarlalarına her geçen gün artarak bunların üzerine, sanki bina yapılacak hiçbir alan kalmamış gibi 30 katlı gökdelenler dikmeler vatana, toprağa, tarıma, ihracata “ihanet” değil de nedir?”Betonlaşmayla bunlardan mahrum kalmak,genel ekonomimize de “ihanet” sayılmaz mı?
Konya ovası, buğday ihtiyacımızı karşılayan “buğday ambarı ovamız” dı. Burasının da üzerine genelde 3-4 katlı binalar ve fabrikalar yapmakla iyice kaybettiğimiz için olacak ki, Rusya ve Ukrayna’dan buğday ithal etmeye başladık. Adana ve İzmir ovalarının pamuk tarlaları da yok edildiği için, hem de “can düşmanımız ve şimdilerde de bize karşı harbe hazırlanıyor” dediğimiz Yunistan’dan da pamuk ithal eder hale geldik. Portakallarımız da bitmek üzere olduğuhalde İsrail’in “Yafa portakalı” ı itham ediyoruz vb.
2021 yılı Aralık ayı başlarında, Osmaniye kitap fuarında Vatan Yayınları standımda kitaplarımı imzalıyordum. Standımı ziyaret eden bir kadın, asılı olan “Ovalarımıza Bina Yapmak Düşman İşgali Benzeridir” afişimi okuyunca bana, çok hüzünlü bir haliyle: “Oturduğumuz tek katlı evin önü, arkası hep portakal, mandalina, limon bahçeleri idi. Evimizi havalandırmak için pencereleri açtığımızda, içeriye küfülküfül esen rüzgarla portakal, mandalina ve limonçiçekleri kokuları gelir, burunlarımıza çektiğimiz bunlarla mest olurduk. Şimdilerde bunlar sökülerek bahçelerine, her biri birbirleriyle yarışırcasına kat kat binalar yapıldığından, bu kokuları alamaz olduk” demesi beni de hüzünlü hale getirdi. Fuar çıkışı Osmaniye’nin etrafını kocalan ettim; etrafında dağlar da olan buralarda üzerinde tarım yapılamayan dağ yamaçları, çıplak kaya yüzeyleri vardı. “Osmaniye’ li kadının şikâyetçi olduğu binalar,bahçeler heder edilmeden buralara yapılamaz mıydı” diyerek de kendi kendime düşündüm.
Dağı delerek tarım arazisi açan öğretmen arkadaşım: 2019 Aralık ayının başlarıydı. Mersin kitap fuarında idim. Standıma birisi geldi, “Hocam beni tanıdınız mı” dedi. Tanımıyorum, nereden tanıyayım dedim. “Kayseri Pazarören Öğretmen Okulu’dan devre arkadaşıyız” diyerek (1964 – 1970 zaman diliminde bu okulda öğrenci idik) kendisini tanıttı. Standıma oturtup çay ısmarladım. Hoşbeş sohbetimiz sırasında bana bir ara şunları söylemesi beni şoke etti: “ Okul bitince Tarsus’a tayin oldum. Burada bir meslektaşımla evlenince buralı olduk ve buraya yerleştik. Burada Ağustos 1970’de göreve başladığımda bütün Tarsus yöresi neredeyse tamamen Akdeniz sahiline kadar ova olup her yer tarlalar,bahçeler, bağlarla doluydu.Şimdilerde üzerlerini binalar ve fabrikalar yapıla yapılageriye hiçbir şey kalmadı. En son direneler eşimle ben olduk. 10 dekarlık portakal –limon bahçemizi de elimizden alıp üzerine 8’er katlı binalar diktiler. Alışmışım, ben bir tarım arazisinde çalışamazsam çok rahatsız olurum. Düşündüm, taşındım, hiç olmazsa 200 – 300 metrekarelik sera kurup domates, hıyar vs. yetiştirecek bir alan bulayım dedim. Aradım yok! En sonunda belediyeden rica-minnet bir dağ yamacı satın aldım. Dozer tutup kayaları kırdırarak 250 metrekarelik sera alanı açtırdım. Şimdi orada çalışıyor, vakitlerimi burada geçiriyorum.”
Aziz dostlar, görüyorsunuz ki ne kötü hallere düşmüşüz. Ovalarımızı betonlaştırmak suretiyle dağlaştırmanın ardından, dağları yararak tarım arazisi kazanmak suretiyle hayatımızı idame zavallılığına düşmüşüz. Hani, tarım arazisi çok yetersiz bazı sahil ülkeleri “denizlerini doldurarak tarım arazileri kazanıyorlar” dı ya; biz de artık dağlarımızı yararak tarım arazileri kazanmaya başladığımız için , bir çeşit onların durumuna düştük. . Çok yazık!
Toprak konusunda “ikinci büyük tehlike erezyon” a gelince: 1970 – 1975 zaman dilimi Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesinde öğrenim yıllarımdı. Rahmetli “Toprak” profesörümüz İlhan Akılın’dan “Toprak ve Su Muhafaza Dersi” almıştık. İlk dersine, “Arkadaşlar, bir memleketin iki düşmanı vardır; birisi dış, diğeri iç düşman. Tarih derslerinizden dış düşmanlarınızın, ülkemizi savunmak için savaştıklarımızın kimler olduklarını zaten biliyorsunuzdur. Üstelik de buna ilaveten, pek görünmez, oldukça sinsi iç düşmanımız’ diyebileceğimiz bir de ‘Erezyon İç Düşmanı” vardır. İşte ben size, bu dersimiz boyunca bu düşmanımızı tanıtacak ve vatanımızı ondan korumanın, savurmanın yollarını anlatacağım” sözlerini sarfla başlamıştı.
Yine adı geçen dersi gördüğümüz günlerde idi. Bu, “İç Düşman Erezyon” un ne kadar büyük bir düşman olduğunu göstermek için bir gazetede şu başlıklı habere yer vermişti: “Enezyonla Her Yıl Kıbrıs Kadar Bir Toprağımızı Kaybediyoruz.” Neden Kıbrıs kadardı? Üzerinde tarım yapmak ve özellikle de ana besin kaynağımız tahılları yetiştirmek için 20 cm. kalınlık veya derinliğinde bir toprak yeterlidir. Çıplak tarım alanı yüzeyleri ve ağaçsız çıplak dağlar ve dağ yamaçlarından sellerle ırmaklar veya dereler vasıtasıyla denizlere akıp gider toprağın varlığını 20 cm. kalınlıkta bir yüzeye sererseniz, bunun yüzölçümünün Kıbrıs’ın yüzölçümü kadar olduğunu, göremezsiniz ama idrak edebilirsiniz.
Fazla uzatmayalım. Bu verdiğimiz basit örneklerle de bu “iç düşmanımız” ın ne kadar büyük tehlikeli bir düşmanımız, bir “tabiat düşmanı” olduğunu ve hiç zaman kaybetmeden birkaç yıl içinde 782 bin kilometre karelik ülke sathımızın neredeyse bu yüzölçümün tamamına yakınının ağaçsız çıplak yüzeylerden ibaret olduğunu da göz önün alarak, buraları “son fırsat” kurtarmak için ağaçlandırmanın ve yeşillendirmenin ne kadar elzem olduğu apaçık kendisini gösterir.
“Vekalet Savaşçıları” Olarak Teröristler ve Terörizmle Savaşımız
Günümüzde adına kısaca “Terörizm ve Teröristlerle Savaş” denilen ve bu zeminde yeni bir “MİLLİ BEKA SORUNUMUZ” olarak ortaya çıkan bunun milat başı 24 Ocak 1976’dır. Hatta bu başlangıcı, daha derinlere 1961 yılına kadar götürmek mümkündür. Bunun belgesini, değerli yazar Ramazan Kurtoğlu’nun “Ortadoğu’da Babil’den Günümüze Siyasal Mesihçilik Tanrı İmparatorluğu ve Türkiye” isimli kitabında görebiliriz. Anlatılanlara göre, yıl 1961. Yer: Washington D. C. NATO Askeri Komite Karargahında toplantı. Katılanlar, NATO’ya üye ülkelerin kurmay albay rütbeli askeri üyeleri. Türkiye’den temsilci olarak katılan Kurmay Albay Atıf Erçıkan. Toplantı başlar. Toplantıya başkanlık eden NATO’nun yeni kurmay başkanı bir Fransız generaldir. Bu general üzerinde “Cosmic Top Secret” (Yüksek Gizlilik Dereceli” yazılı dosyaları toplantıya katılan bütün kurmay albaylara dağıtır. Kendisine dosya verilenlerden birisi de bizim temsilcimiz Atıf Erçıkan’ dır. Verilir ama, biri Amerikan, biri İngiliz iki kurmay albay hışımla toplantı salonuna girip, Erçıkan’ın yanına gelerek dosyayı hiç açmadan elinden almak isterler. “Dosya size yanlışlıkla verilmiştir; üzerindeki gizlilik derecesini görmüyor musunuz?” diye bu sebepten elinden almaya çalışırlar ama, oda “yanlış verilmedi” diyerek vermemekte direnir. Çaresiz, en sonunda ona, “Eğer okuyup da içindekileri başkalarına fısıldarsan bil ki ölürsün” diyerek çekip giderler.
“Yüksek gizlilik dereceli” dosyada neler yoktu ki? Bunlardan birisi de Türkiye ve Türk Dünyası ile olan “projeksiyon planları” dır. Bunlara göre, resmi adı Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olan Komünist Rusya, bir gün gelip mutlaka çökecek, bunun içinden Araplar gibi petrol ve doğal gaz zengini 6 Bağımsız Türk Devleti çıkacaktı. Bu zenginlikler, “Türk Birliği” adı altında Türkiye’ye akmamalı, bunlara mutlaka Amerika ve Batı hakim olmalıydı. Bunun için de “Türkiye’nin yeniden bölünerek zayıflatılması”, Orta Asya Türk Dünyası ile Türkiye arasına adı gecen birliği önlemek için Türkiye’nin Doğu sınırlarında yeni “tampon devletler” kurulmalıydı ki, bu da “Bağımsız Kürdistan” olarak planlanmıştı. (Adı geçen kitap, s.296 – 297)
Görülüyor ki, ABD- NATO tarafından, “Türkiye’yi etnik zeminde bölmek” için, 1978’de Diyarbakır Lice’de Abdullah Öcalan’a kurdurtulacak olan PKK terör örgütünün kurulması kararı, 1961’de Washington’da bir NATO toplantısında alınmış, fiiliyata intikali, adı geçenörgüt kurulmakla 1980’li yılların başlarında olmuştu. Hem de boyutlarının daha da genişletildiği halde, Türkiye’nin ilişkilerini, yalnızca Orta Asya Müslüman Türk Dünyasıyla kesmekle kalmayıp, Ortadoğu Müslüman Arap Dünyasıyla ada olan irtibatını “sıfırlamak” için, kurulması planlanan “Bağımsız Birleşik Büyük Kürdistan” ın sınırlarının Irak sınırından tâ Akdeniz –İskenderun Körfezine kadar uzatılması da kararlaştırılmış, projelendirilmişti.
Daha yakın zamanlarda yaşadığımız için hatırlayacağınızüzere, Türkiye, “Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesiyle (BOP) gelen” denilen bu projenin varlığını “erkenden” öğrendiği için, “Onlara, Kuzey Suriye’de Türkiye’nin güvenliğinin ve toprak bütünlüğünün korunması için, içinde neredeyse hiçbir Kürt’ün yaşamadığı halde (veya çok az nüfusu olduğu halde) denize kadar uzanacak bir Kürt, Terör ve Petrol koridoru açtırmayacağız” gerekçesiyle duruma müdahale etmiş “Fırat Kalkanı” ve “Zeytin Dalı Barış” ı askeri harekatlarıyla bu koridorun açılmasını haklı olarak engellemişti.
Tekrar başa dönülecek olunursa, Türkiye, Osmanlı’nın tasfiyesinde Avrupa’nın emperyalist yayılmacı ve sömürgecibüyük devletleri tarafından“yaratıcı kaos – terör örgütleri ” olarak kurdurtulan Yunan, Bulgar, Sırp, Karadağ, Roman, Ermeni vb. etnik kökenli terör örgütleri gibi “terör, anarşi, isyan” üzerinden de “tarihin yeni bir tekerrürü” olarak bölücülük emellerini gerçekleştirecek PKK da bu seferde süper güç Amerika tarafından adı geçen milletlerin terör örgütlerine benzer şekilde aynı minval üzere kurulmuştu. PKK’nın sürekli “terör olayları planlayarak” ve bunların ilki olarak 13 jandarmamızın şehit edildiği 15 Ağustos 1984 tarihliŞemdinli’de sınırda “Eruh Baskını”dan beri de günümüze kadar yaptırılmaya da zaten devam ediliyor. Adı geçen bu ilk PKK terör olayının ardından, bu örgütün başı Abdullah Öcalan, “Bu, Bağımsız Kürdistan için attığımız ilk kurşundur. Emelimiz ulaşana kadar bu böyle devam edecektir” demişti. İşte böylece “Amerikan –İsrail - Batı üçlüsü şer ekseni” Türkiye’ye karşı “Vekalet Savaşı” nıböylecebaşlatmış oluyor, silahları da “gizlice” bu üçlü tarafından veriliyor, militanlarının eğitimi de bunlar tarafından yaptırılıyordu.
Türkiye’nin, ABD ve Batılı devletlere, “PKK’ yı terör örgütü olarak tanımalarına yönelik baskıları” karşısında, bunların, hal ve vaziyetin icabından kaynaklanan “bir müddetten” olarak, “Onu terör örgütü olarak tanıyoruz” demeleri, tam bir “iki yüzlülük” ve “sahtekarlık” örneği idi.
Türkiye, yaklaşık yarım asırdır (1984 -2023), Ortadoğuülkelerinin ve kendisinin “etnik” esasa dayalı (emperyalistler bunu, işlerine geldi mi bazen de dini, mezhebi, zengin – fakir toplumsal sınıflar vb. esaslarına göre de yaparlar) olarak, “Anglo- Sakson, Kıta Avrupası ve İsrail Şer Ekseni” nde, bunların “güvenlikleri” nin sağlanması yanında, bölgenin dünyanın en zengin “petrol –doğal gaz” zenginliklerine konmak içinde de “parçala –yönet” ten olarak, üstelik de laik-ateist-marksist bir ideolojik yapılanma üzerine oturtulan “İslamsız Bağımsız Büyük Birleşik Kürdistan” emelini 2026’ya ya kadar gerçekleştirmek peşindeler. Türkiye’de PKK yanında, diğer kurdurtulan Suriye’de YPG, İran’da PEJAK ve Irak’ta ise yer yer “Peşmerge” ile savaşımız yarım asırdır devam ediyor. Bunların silah ve mühimmatları, yıllardır Amerika’dan binlerce tır dolusu olarak getirilip bunlara “Bölge ülkeleri ve Türkiye ile daha iyi ve başarılı savaşsınlar” amacıyla teslim edilmektedir. Anlaşılan, PKK-YPG ve bir nokta da “Peşmerge” ile savaşımız işin esasına bakılırsa en başta Amerika ile savaşımız; adı geçen “şer ekseni” ile savaşımızdır. Bu terör örgütleri, onların Ortadoğu’da ve ülkemiz içinde “Vekalet Savaşçıları” dırlar. Daha yakın zamanda tıpkı zavallı Ukrayna’ya tırlar, uçaklar dolusu silahlar vererek Rusya’ya karşı onu “Vekalet Savaşçıları” olarak savaştırdıkları gibi ve benzeri.
OYUMU KİME VERECEĞİM?
Bütün bu yaşadıklarım ve anlattıklarımdan çıkardığım sonuç tek cümleyle şu oldu: “Vatanımız elden gidiyor mu ?“sorusunu sormak oldu. Bunun cevabını biraz da siz verin.
Yaşandığımız altı tehlike çok büyük tehlike olduğu halde, oyumu şu altı isteğimi yerine getirecek iktidara olmaya aday partilere vereceğim:
1-“MİLLİ BEKA SORUNUMUZ” haline gelişi herkes tarafında artık iyice görülen, Vatanımızı “İkinci Filistin olmak” tan kurtarmak vaadi vererek, bu uğurda iktidara geldiklerinde yabancılara ev ve toprak satışına izin veren bütün kanunları kaldıracaklarına söz veren ve hatta stratejik ve jeopolitik önemi büyük satılan yerlerden bazılarının sahiplerinden geri alınmasını da vaat eden, bunu seçim beyannamelerine almakla kalmayıp, bütün samimiyetlerini davranışlarıyla gerçekten gösterecek partilere oy vereceğim.
Burada şu iki hususu da hatırlatalım ki, Filistinli Araplar, Osmanlı Devleti döneminde, Yahudilere topraklarını sattıkları için bin bir pişmanlar. Filistin’de İsrail Devleti kurulduktan sonra, burasını “Safi Yahudileştirmek” ten olarak, Filistin’de kalan son“Arap artıkları” nıda yok etmek için harekete geçince, topraklarından sürgün Araplar, “Durumun böyle olacağını nereden bilelim? Keşke Yahudilere toprak satmasaydık. Üstelik de Sultan Abdülhamid’in toprak satımı yasak karalarına uymamakla da en büyük hatayı yaptık” diye hayıflanmaya başladılar. “Basra harap olduktan sonra” sızlanmanın ve kurtuluş yolları aramanın bir anlamı yoktur. Türkiye de, Filistinli Arapların bu çok kötü durumuna düşmemek için, Sadrazam Ȃli Paşa, Sultan Abdülhamid ve Mustafa Kemal Paşa’nın toprak satmayı yasaklayan karar ve kanunların vakit geç olmadan ve ivedilimle geri dönmelidir.
İkinci husus, Kasım 2022’ de gazetelerimizde haber olarak yer aldığı üzere, Kanada, ülkesinde yabancılara iyice artan ev ve toprak satışlarının ileri sürerek, bunlarla “güvenliği ve toprak bütünlüğünün tehlikeye düşeceği”gerekçeleriyle artık bundan böyle bu satışların yasaklandığından bahsediliyordu.
Sonra, birçok AB üyesi ülkelerinde bile, aynı gerekçeler ileri sürülerek, yabancılara satış kanunlarının varlığına rağmen, bunlara uyulmayıp, satışların yapılmadığı veya “iyice sınırlamalar” ın getirildiği de bir gerçektir. Partilerim, karalarını verirlerken bunları da dikkate almalıdırlar.
2-Edirne’den Kars’a kadar bütün şehirlerimizi, “kötü bir taklitçilik” eseri olmak yanında, hainane sayılabilecek “iç ve dış algı operasyonları” yla Türkçe karşılıkları ola ola, işyerlerinin alınlarına, bağımsızlığımızın “birinci sembolü” rengini şehitlerimizin kanlarından alan, gönderleri direklerde dalgalanan “ay- yıldızlı bez al bayrağımız” yanında, bağımsızlığımızın “ikinci sembolü” olan ve hançerelerimizden çıkan “ses bayrağımız” “Türkçe ses bayrağımız” yerine, İngilizce kelimelerden ibaret “İngilizce ses bayrakları” nı asanlara hadlerini bildirmeyenlere oyumu vermeyeceğim. Artık iyice “MİLLİ BEKA SORUNUMUZ” haline gelmiş olan bu sorunumuzu, seçim beyannamelerine, Fransa’nın “Fransız Dilini Koruma Yasası” benzeri “Türk Dilini Koruma Yasası” nın iktidar olununca çıkarılacağını açık açık yazanlara ve samimiyetlerine inanabildiklerime oyumu vereceğim.
Burada şunu da hatırlatalım ki, Fransa, son yıllarda caddelerinde iyice artan yabancı işyeri isimlerindin iyice rahatsız olmuş olacak ki, Ocak 2022 de bazı gazetelerimizde haber olarak yer aldığı üzere, bunların en kısa zamanda temizlenerek yerlerine Fransızca dilinden isimlerin verilmesi için 1600’lü yıllardan beri faaliyette olan “Fransa Dil Akademisi” nebunları temizlemem için yeni bir “yetki” hakkı vermiştir.
“Dünyanın en medeni, demokrat ülkesi ve devleti (!?)” denilen, Fransa bunu yaptıktan sonra, biz bunu niye yapmıyoruz? Ondan eksik olanımızne var?
3-“Demografik yapımızı bozmak” yanında ikinci olarak giderek “toprak bütünlüğümüzü bölmek” e de yönelik, varlıkları çeşitli ülkeler ve milletlerden ibaret, sayıları 5-6 milyon Suriyeli mültecilerle birlikte neredeyse 10 milyona yaklaşan ve tam anlamıyla “MİLLİ BEKA SORUNU” haline gelen “Devasa Mülteciler Sorunu” nu seçim beyannamelerine de yazıp kökünden halledecek partilere oy vereceğim. Bu hal şekli, ülkemizde bir tek bir mülteci kalmayıncaya kadar başvurulacak hal şekli olacaktır.
Burada şunu da hatırlatalım ki, madem ki, günümüzde demografik yapımızın bozulmasına göz yumulacaksa, 1000 yıldan beri bizimle yerleşim, üstelik de “Osmanlıyı kalkındırmak” tan olarakdenilerek , sanayicilerimiz, zanaatkarlarımız ve tüccarlarımız ( Biz Türklerin, asıl ve gelenekten olan meslekleri yalnızca, “Babıali’de katip, kışlada zabıt” ve “Buğdayla koyun, gerisi oyun” olarak formüle ve sloganize edilmişti) Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler oldukları halde, bunlardan Ermenileri “Tehcir”, Rumları “Mübadele” ve Yahudileri ise 1930- 1947 zaman diliminde “üzerlerine baskılar” ile bunları Türkiye’den neden çıkardık? “Dek dursalardı çıkarmazdık” denilecektir her halde? Bu olup bitenler, çok uzun ve çetrefilli olduğu için üzerlerinde fazla durmayacağız. Bu kadarı yeter.
4-Bence, diğer bir “MİLLİ BEKA SORUNUMUZ” dan olarak Türk milletinin başına 1963’den beri sarılmış bir başka “büyük bela” daha vardır: “Avrupa Birliği’ne (AB) girmek belası”. Bazı sağduyulu vatandaşlar ve yazarlarımızın bunu “Türk milletinin tabutuna çakılmış olacak son çivi” olarak nitelendirmeleri boşuna değildir. Çünkü, aralarımızda büyük “coğrafya” ve büyük “doku” farklılıkları vardır. Biz “Asya” coğrafyasındayız, onlar “Avrupa” coğrafyalıdırlar. Biz “Müslümanız”, onlar “Hristiyan”. Zaten kendileri de ”Biz Avrupa Hristiyan birliğiyiz” demiyorlar ve hatta Türkiye’yi sırf bu sebepten “AB’ye alamayacağız”ı da açık açık dile getirmiyorlar mı? Buna rağmen Türkiye’nin de hâlâ “Gireceğiz de gireceğiz” ısrarı “akla, mantığa ziyan” işlerden olsa gerektir. Bütün dünya “AB’ye girmeye gebe mi”? Onsuz yapamaz mı? Ona girmek için bizim gibi can mı atıyor? Onun dışında bir başka birlik kuramaz, kurulamaz mı? Türkiye, Asya’da Ortadoğu Müslüman milletleri ve buna Orta Asya Müslüman Türleri de dahil ederek bir “Asya Müslümanlar Birliği” oluşturamaz mı? Seçim beyannamelerine bunu da alıp,AB’ye girmekten de artık vazgeçtiğini açık açık yazan partilere oy vereceğim?
Avrupalı ülke ve devletlerle iyi ilişkiler kurmaya “evet”, onlarla “hiçbir zaman olmayacak” denilen “entegrasyonlar” a da “hayır” diyebilmeliyiz.
Burada şunu da hatırlatalım ki; Türkiye’yi “İkinci Bir Endülüs Yapmak” ın yolu acaba, daha değişik bir yol ve “muhlisane hulul” lükle, AB’ye tam üyelik sayesindemi gerçekleştirilecektir? Partilerimiz ve herkes, bunun üzerinde de ciddi olanak düşünmelidirler.
5-Topnaklarımızı, “betonlaşmak” ve “erezyon” dan korunmak çok büyük tehlikeleri, çok uzun yıllardan biridir zaten hep “MİLLİ BEKA SORUNUMUZ” olarak varlığını sürdürüp geliyor.
Siyasi partilerimizden hangisi, topraklarımızı “betonlaşmak” tan koruma kararlılığını, ciddi ve samimi olarak seçim beyannamelerine açık ve seçik koymalarının yanında, geçmişte “Japonya örneği” ndeolduğu gibi, “5 Yıllık Cebri Ağaçlandırma Seferberlik Programı”nı, kadın- erkek 7’den 70’e herkesi buna dahil ederek, bu“çok zorunlu bir iktidar icraatı” nı açık açık, seçik seçik seçim vaatleri beyannamesine yazarsa oyumu o partiye vereceğim.
6- Yukarıda tarihsel gelişim seyrini kısaca ve ana hatlarıyla anlattığımızOrtadoğu’yu bölmek yanında, daha büyük boyutlarda Türkiye’yi de bölmeyi esas alan ve “MİLLİ BEKA SORUNUMUZ” un en başında gelen “dış algı operasyonlu bölücülük terörizmi” nin kaynağı PKK –YPG terörüne karşı bütün siyasi partilerimiz, gelenekten olarak her dış politika meselemizde sergiledikleri onu bir siyasi çekişme ve oya tahvil için kullanma meselesi ve istismar konusu yapmadan, nasıl ki iktidarı ve muhalefetiyle bir “milli blok” halinde birleşerek bir dış sorunumuzun halledilmesi için sergiledikleri bu birliktelik tavrını, aynen “terörle mücadele” içinde de sergilemelerini istiyoruz. Oyumu bu “birliktelik” sergileme tavırlarını sözlü ve yazılı olarak gösteren ve hatta bunu seçim beyannamelerine de alan partilere oyumu vereceğim.
Enflasyonun ve doların çok yüksek oluşu, hayat pahalılığı, maaşların azlığı vs. beni pek fazla ilgilendirmiyor ve umurumda da değim. Umurumda olan, yukarıda bahsettiğimiz “ALTI MİLLİ BEKA SORUNUMUZ” un acilen hal ve çözüm yoluna konulmasıdır. Enflasyon, dolar, hayat pahalılığı vs. zamanı gelir, bir yolu bulunur mutlaka düşürülebilir. Ama, milli beka sorunlarımızın ana konuları olan VATAN, DİL, NÜFUS ve TOPRAK vb. elden gittikten sonra, bunlar bir daha kurtarılamayacağından milletimiz de “tarihin milletler mezarlığına gömülür” diye de düşünüyor, üzülüyorum vesselam.