Ve yağmur damlacıklarıyla süslenmiş şebnem kokulu bir mâzi. Bu garip hal yağmurlu bir 'sevda matalı' olarak anlatılır kuşaklara belki de şöyle: Evvel bir zamanın ulu ortasında yüreğini yağmurlarla arıtan deliban bir şair yaşarmış. Belki de veliymiş, ya da bol gamzeli bir aşkla yanıp tutuşan divâne-deli… Günlerden 'çok gün' gözlerinden yağmur yüklü kocaman bulutlar geçmiş, avuçlarından yıldızlar bu şairin..! Ve gelmemiş beklenen o sevdâ kuşu bu geç kalmışın çağrılarına… Sonra vurmuş kendini dağlara dağlara bu şair. Yolun yolcusu, o dağların kolcusu durumunda ilerlerken bir meçhule; başka bir şairin şu dizeleri gelivermiş akılcağızına ve birden yüreğinden dökülüvermiş kendisini terk-i diyar ettiren kıvrım yol taşlarına:
“İstenmediğim yeri sessizce terk ederim,
Hatıra kalsın diye bırakır da rûhumu.
Mahzun bir derviş gibi boyun büker giderim…”
Sevdâ yükü pek de ağırmış hani, yol dersen o da oldukça uzun mu uzuuuun! Mevsim mi? Önü yaz, sonu kış olan güz imiş! Yağmur yağarmış O' olmazmış. O' olmazmış ve yağmur yağarmış… Sonracığıma şu meşhur matalın o kerevetine; hüzünler bağdaş kurarmış durup dururken belki de… Belki de o zaman içerisinde yağmur yağıyormuş, fakat aklındaki fikrindeki yokmuş…! "Ah vebâliiiiiiiim, söyle nerde helaliiim" demiş. Sonra da demiş ki içine haykırarak: "Ben de, Yusuf olsam emînim ki görenler ellerini keserlerdi mutfaklarında. Demek ki benim Rıza'lığım, onun da benden râzı olmuş olması anlamını hiç taşımıyormuş… Demek ki; O' artık sandığım yâr-ı vefâdârım değil!.. Demek ki; 'ey Caaan' derken ben, “bir başka lügat tekellüm ettim” ya da etmişim. Ve demek oluyor ki; her yağmur yağışında nâgehân yanımda olan Can, aslında başka bir gönül yurdunun kurak ovasına kurulmuş bir tahtın hânı imiş…"
Bir âşık üstelik de şairse hiç çekilmezmiş, ninem öyle derdi… Bizim deliban şairde tıpkı ninemin anlattıklarından birisi gibiymiş. Dinlenmek için oturduğu kayanın başında başını göğe kaldırmış aynen şöyle mırıldanıyormuş: "Ey serseri şair bozuntusu, otur şimdi sen, hâline hiç kimseciklerin bile ağlamayacağını bile bile; “baştanbaşa bu cism-i siyahkârım ağlasın /ağyârim ağlasın bana, hem yârim ağlasın” şeklinde Şeyh Galip'ten şiirler savur şu efil rûzigâr önüne…
Yüreğinin her bir pâresi sanki birbirine vurgun gibiymiş bu mevsim. Gönlünün ipek yollarından geçen kervanlar ruhuna tangırtı dikiyormuş. Bir mısra boyu, hatta dört elif miktarı hevesi bir anda yok oluvermiş. "Sen çatla ey gönül, vakit bu haydi" demiş. Ebemin, ninesinden rivayetle bana aktardığına göre:
Evvel zaman içinde,
Kalbur da saman içinde cebelleşirken
Ayvaların çiçek açtığı
Bir mevsimin alaca sarısında doğmuş bu şair.
Ta o gündür, bu gündür severmiş ayvanın sarısını.
Ve kekremsi tadında hep kendini bulurmuş…
On dördü yüzüyle parıldarken ay
Çevresinde yıldızlar; oynarmış
'Çöğmeli çüş' oyununu…
Zühre kaptığında cezveyi eline
Rahmet okuturmuş saman yoluna.
Koluna;
Bu şairimizi de takarmış!
Gel zamanlar olmuş
Git zamanlara nispet!
Şairin dedesi bir elinde kısbet,
Er meydanı ararmış çevresinde.
Mor üstü,
Üstü yosun kayalarsa onu ararmış.
Odasının ifildeyen ışığında
Dinlermiş Kerem’in sevda türküsünü,
Bataryalı radyosundan!
"Ah Han Aslı
Ah zalim keşişin kızı"dermiş içten içe,
Ve Ayvazsız körün oğlunu,
Çamlıbel sırtlarında öksüzdür sanırmış.
Ellerinden kan damlarken kızların
Hayran kalırmış sabrına Yusuf’un.
Henüz terlerken bıyıkları bu gariban şairin,
İsa’nın
İnsan havarilerini avlarmış…
Söylendiğine göre; şimdilerde onu,
"Bir gözleri ahuya zebûn etmiş felek’
Belli, bu noktada belli ki;
‘Matal başını bağlamış,
Döne döne ağlamış…’