“DİNLE EY RÛHUM İŞTE AĞLAYAN O..!”
------------
Tâ Ortaöğretim sıralarındayken öğrenmiştik mûsikinin tarifini. İlk önce: “müzik ruhun gıdasıdır” cümlesini bir çırpıda söyler, sonrasında devam ederdik: “çeşitli kıymetteki çeşitli seslerin insan ruhuna hoş gelebilecek şekilde sıralanmasından meydana gelen sesler sanatıdır…” Hoca: “aferin, geç otur yerine” der ve not defterine şöyle okkalı bir beş numara kondururdu.
O yaşlarda; sanatın derinliğini, insan rûhunu ve bu rûhun ihtiyaçlarını hocamız sorsa nasıl cevap verirdik bilemiyorum. Şimdi bakıyorum da Mevlâna Hazretlerinin mûsiki anlayışı ve tarifi içerisinde boğuluyor gibi hissediyorum kendimi. Mevlâna diyor ki: “mûsiki cennet kapılarının sesidir.” Bu tarife o devirde adamın birisi itiraz eder ve Mevlana’ya; gıcırdayan kapı seslerinden nefret ettiğini söyler. Mevlana Hazretlerinin cevabı aynen şöyle olur: “sen kapılardan kapanış sesini duyuyorsun, benim işittiğimse açılırken çıkardığı sestir.” Demek oluyor ki güzel bir Mûsiki sesi âşıkların gıdası mesâbesindedir. Bu tür seslerde kesinlikle bir visâlin hayâli vardır..!
Bizler mûsikiyi onun asıl sahibi adına yapar ya da dinlersek, bir yerde onu zikretmiş olmaz mıyız? O zaman; müziğin ritmiyle kalbimizin ritmi çakışıp bir bütünlük arz etmez mi? Aslına bakacak olursak, şu içerisinde yaşadığımız kâinat bir mûsiki dairesidir de… Bir bakınız rüzgârın eserken çıkardığı sese! Bulutların çarpışması anındaki gök gürlemesine! Ya deniz dalgalarının çırpınışları?.. Yağmurun şıpırtıları, kuşların cıvıltıları, ağaçların hışırtısı… İşte bütün bu sesler kulağımıza ulvî bir tespih halinde gelmiyor mu?
Mûsikinin o güzel nağmelerinden kalplerin zevk alması, ona iştiyâk duyması, daha doğrusu insanoğlunun bu etkiyle huzur bulması; inkârı mümkün olmayacak hususlardır. Kundaktaki bir bebek bile onun etkisiyle susuyorsa… Bırakalım bebeleri bir kenara hayvanların dahi etkilendiğini biliyor/duyuyoruz. Araplar kervanların önüne sesi güzel bir kimse koyarlarmış ki; develer hem hızlarını artırsın hem de yüklerini kolayca taşısın… Görülüyor ki devede bile aşk ve cezbe varkeeeen!
Müziği sevmeyenler de olacaktır elbette bu âlemde… Onlar için üzülüyorum ben doğrusunu isterseniz. Çünkü onlar; tasavvuf edebiyatında zevksiz ve hissiz merkeplere benzetilmiştir. Sûfî çevrelere bir göz atacak olursak, bu çevreler ilk dönemlerden beri müziğin insan rûhu üzerindeki etkisini kuvvetli bir biçimde vurgulamışlardır, hem de oldukça kuvvetli… Sûfî geleneğin etkili şairinden olan Sa’di bu hususu şöyle ifade etmiş eserinde: “…Yanı başında bir sinek kanat çırpsın da o cezbeli âşık sinek gibi ellerini başına vurmasın. Bu mümkün değildir. Varlığı aşk ateşinden perişan olan kimse bir kuşcağızın ötmesiyle de feryada gelir. Zaten kâinatın mûsikîsi hiç susmaz. Ama kulak her zaman açık değildir. Bu yüzden Hakk âşıkları aşk şarabını içtiklerinde kuyu çıkrığının sesinden bile sarhoş olurlar. Çıkrık gibi dönmeye başlarlar, çıkrık gibi yana yana ağlarlar…”
Mûsikinin rûha olan tesirini yüzyıllar öncesinde çözen atalarımız o devirdeki hastanelerde/şifahanelerde hastalarını bu ulvî nağmelerle tedavi ediyorlarmış. Selçuklulardan kalma Gevher Nesibe Tıp Fakültesinde bunun için kurulmuş olan sistemi ziyaretçilerimiz mutlaka görmüşlerdir.
Bizler senfonilerin bir ögesi olabiliyorsak ne mutlu bizlere…