Hiç büyümeyen ah! O çocuk mezarları…
Gözyaşları denizlere ulaşmada çocukların…
Afganistan'ın, Filistin’in, Gazze’nin ve evleri siyon bombasıyla yıkılmış sokakların çocukları.
Misketlerine kurşun isabet eden, oyuncakları hiç tanımayan çocuklar.
Hiç büyümeyen mezarlarının üstünde kanlı postalların gezindiği, kanlı Haç’ın saplandığı, kanlı Siyon Yıldızının düştüğü çocuklar.
Gazze…
Serbenitsa.
Anaları, kara bağrında ölü bebeği ile dağlara düşmüş çocuklar.
Ne atlıkarıncaları, ne dönme dolapları, ne süslü paketlerdeki, sessiz, soluksuz gülümseyen, ağlayan altın saçlı bebekleri tanımamış çocuklar.
Sesi karanlığa karışan ve Kaf dağında simurglarla yarışan çocuklar.
Hüzünlü seherlerin kor damlalarla parlayan hakikatlerini, âvâre gözyaşlarında yıkayan çocuklar.
Taş döşeklere uzanıp karları yorgan diye örtünen, beyazlığa açık pencerelerden bulgur bulgur şefkat dilenen ürkek, korkak, serçeler.
Kanatları sırılsıklam serçeler.
Kanatları taş yemiş, kurşun yemiş serçeler.
Kanatları paramparça, feryadı figan içinde, kanlı gözlere hedef olmuş serçeler.
Sevgilerinin hülyalı şarkısında annelerinin, babalarının hicranı bestelenirken kahırlarının inzivasında mezarlıkların çigan estiği çocuklar.
Kendine vurgun denizlerin imbatlarında buğulu bir camı bile olmayan evlere hasret çocuklar. Sevdalarına çarmıhlar kurulan ceylânlarımız bizim, uzaklardaki çocuklarımız!
Başında kar, özünde bahar yaşayan ve vermediğimiz sevgileri yaprak yaprak gönüllerinde taşıyan çocuklarımız. Kemiğinin zarafetinden belli olur bir çocuğun cesedi ve talihlerini kesmeyen bıçaklar etlerini keser dar sokakların izbe çığlıklarında.
Allahsız bir pilotun çelik, çirkin kuşlardan, çocuk bahçelerine attığı bombalar sonucunda ah! Kimler bile, kimler duya incecik çığlıklarını, kanlı salıncakların sesini.
Bir melek "anne!" der, bir çiçek "baba!" söyler son nefesinde...
Korkusu gece olan, korkusu yalnızlık olan, annesinin ak sütü kadar temiz çocuklarımız sokaklarda hâlâ ölmeyi bekliyorlar geceden ve yalnızlıktan korkarak.
Ölüm nedir bilmeden.
Gözyaşları denizlere ulaşmada çocukların, âh ateşlerinin kıvılcımları güneşi tutuşturmada. Yıldız değil gördüklerimiz, gözyaşlarıdır savrulmuş yavrucakların.
Çarptıkça kırılan kalplerinde çobanlar ve çıngırak sesleri ve karabaşlar yollarını yitirdiler. Badem şekeri ve leblebilerle dolu ceplerinde bir tek gözyaşları kaldı tane tane.
Gül iken küle döndüler.
Yeşil yaprak iken gazele döndüler.
Küstüler mimozalar gibi
Havai fişek diye bakıyor çocuklar artık bomba yalımlarına, kuyruklu yıldız niyetine seyrediyorlar füze ışıklarını.
Noel babanın hediyesi patriotların, scudların enkazından kendilerine oyuncak üretiyor minicik elleri...
En coşkulu derelerde dolunayların öptüğü kumrucuk alınlarını, şimdi tank paletleri çiğniyor.
Ve yarısı yaşanmamış hayatlarını yarısı kirlenmiş bir dünyada bırakarak küsüp gidiyorlar bize,
Serviliklerin koyu gölgesinde birikiyorlar birer ikişer; kentleri, kıyıları, dağları, ormanları, anneleri, babaları, sevgileri yaşamadan, saklambaçlara doyamadan.
Yalnızca keloğlanı ve kırmızı başlıklı kızı alıyorlar yanlarına.
Kar gibi çiçeği barut kokulu açan akasya ağaçların gölgesinde.
Filistin’de, Serbenitsa, Hocalı ve dahi Gazze ve dahi Halep ve dahi Lazkiye, Kana, Arakan
Binip giderler uçan halılarına çocuklar.