BAM TELİMDEN YANSIMALAR
"asar söylediklerimizi çeker gideriz"
^^
Ali Rıza Navruz
I
Yeraltı dünyasının dişi canavarıydı Medüza. Üstelik de üç Gorgona'dan (çirkin kadın) birisiydi. Bu mitolojik efsanenin kökeni ta M.S 1. yüzyılın ilk evrelerine rastlar. Efsaneye göre gözlerine bakan kötü niyetli kişileri taşa çevirirmiş Medüza. O nedenledir ki antik dönemdeki büyük yapıları kötülüklerden korumak amacıyla Medüza kabartmaları ve resimleri bir çok yerde kullanılmıştır. Ayrıca bu yapılar ve kullanımlar dışında Bizans'ta kılıç kabzalarına da işlenmiştir Medüza'nın başı. Deniyor ki ülkemizde Aydın ilinin Didim ilçesinde bulunan Apollo tapınağında ve İstanbul'umuzdaki Yerebatan Sarnıcında Medüza'ya rastlamak mümkün. Bu kadar uzağa da gitmeye gerek yok bence! Görmek isterseniz eğer şehrimizdeki Kaleiçi müzesinin girişinde görebilirsiniz onu. Fakat sakın ola ki gözlerine bakmayın. Zira o gözler çok korkunç, saçları da yılan adeta onun. "Mayısın karnında yıkanan ateşten" doğduğu besbelli. Demedi demeyesiniz, sonra oracıkta taş kesilip de... Bakın şair Osman Günay nasıl seslenmiş ona:
Ah Medüza
Sen doğdukça Medüza
Ben köpüren meddücezir gibi gelirdim sana.
II
"Her türkü bir muhabbet uğultusunda bir kuş gibi hür idi içimde" ötelerden beriye doğru! Ve o türkü bir tomurcuk gibi büyüdü yüreğimde. Gül kokulu bir can oldu, canan oldu bu Kasımda…
'Yine aylardan Kasım'dı biliyorsunuz,
Bulutlar parçalıydı gökyüzünde,
Yüzümde ılık bir meltem…
Park ve bahçelerin yeşili sarıya dönmüş adeta!
Dudağımda dem tutan mahur şarkılar.
Kaybettim omzumda biriktirdiğim gözyaşlarımı.
Eylülün hüznünü, ekimle yolcu etmiştik oysa!
Ah Kasım, sım sııııııım!..
"Kasımın son mısralarındayız/Günlerden ne bilmiyorum/Ama ben bu gün de seviyorum seni" diyen Cemal Süreya'ya bir selam yolladıktan sonra bu gördüğünüz çocuğu Kasım'ın sarı yaprakları üzerine itina ile yatırıverdim şimdi. İnanıyorum ki bu sarı yapraklar bu renkli çocuğun, bu "Ötelerden bir Türkü'nün kundağı olacak ve onu sarıp sarmalayacaktır. Ve yine;
"Yine aylardan Kasım
Sanki sende kaldı bir yarım.
Her nefesim her anım, sanadır canım!"
Artık bir teselli de istemiyorum kırılan gururuma. Çünkü şimdi avuçlarımda sen varsın türküm; hem de ötelerden…
III
Bir gün Erciyes Üniversitemizin yerleşkesinde dolaşırken gözüme bir isimli levha ilişti pek de alışık olmadığım. Levhanın işaret ettiği caddeye Cemil Meriç ismi verilmiş. Bu tür levhaların şehrimizde çok sık görülmesini arzu ediyorum ben şahsen. Belki bu uygulama ile mahalli idarecilerimiz bir nebze olsun şehrinin sanatçılarına/bilim adamlarına vefa borcunu ödemiş olurlar. Yeni nesiller de bu levhalardaki isimleri belki araştırırlar. Hem, bu tür güzelliklerin hayata geçirilmesi için neden bir sanatçının ille de ölümü beklenir ki?!
Buradan hareketle bir hususa daha parmak basmak istiyorum hassaten. Kale içinde sanatçılar için ayrılan mekânı görünce utandım doğrusu. Hadi bizler alıştık ayakaltına, korunaksız uyduruk mekanlara itilmeye de, şehrimize gelecek misafirler o mâlum sokağı görseler makarr-ı ulema şehrinin yöneticileri hakkında ne düşünürler acaba!!!
"Kayseri'de sanat tüccarın sermayesidir" dedi Hilmi Ziya Ülken Hoca. Yani sermayeye katkı yapmayan sanat/kültür Kayseri'de yaşayamaz demeye getiriyor. Benden demesi.
IV
Kabil ile Habil Hz. Adem Aleyhisselamın iki oğludur bildiğiniz gibi. Kabil ve Habil iş tutacak yaşa geldiklerinde babaları onlar için iş taksimi yapar. Kabil'e toprak işleme işlerini verir. Verir ki bu uğraşında sabrın da ne olduğunu öğrenmiş olsun. Habil'e gelince; ona da hayvanlarla ilgilenme işini verir. Tabii ki bu arada Adem babaları, Allah'a inanmayı, ona nasıl ibadet edileceği konularını da öğretir… Günlerden bir gün Allah'a şükür için, ona birer kurban hediye etmelerini ister çocuklarından babaları. Asık surat, katı yürek Kabil yetiştirdiği mahsulün çürük olanlarını seçer kurbanlık için. İyi yürekli kardeşi Habil ise hayvanlarının içerisinden en gürbüz olanını seçer. Ve birlikte bir dağın tepesine kadar götürüp bırakırlar seçtiklerini iki kardeş. Ertesi günün sabahı çok geç olur onlar için. Gözlerine uyku girmez adeta. Günışığıyla birlikte tekrardan o dağa koşarlar. Vardıklarında gördükleri manzara şudur; Kabil'in çürük-çarık hediyeleri olduğu yerde duruyor. Habil'inki ise yerinde yoktur. Yani Kabil'inkisi kabul görmemiş Allah tarafından. Habil'inkisi ise kabul edilmiş oluyor...
Bu durumda müthiş bozulur Kabil. Şeytan sürekli telkinde bulunur; "öldür, öldür Habil'i" Kabil yerden kocaman bir taş aldığı gibi arkadan kafasın şiddetli bir şekilde vurur kardeşinin. Habil ölmüştür, ilk şehididir tarihin. Kabil öldürmüştür, ilk katilidir tarihin. Sonrasında bir karganın hareketinden esinlenip kardeşi Habil için bir mezar kazarak onu gömer oracığa. Artık onun için eve dönüş yolu bitmiştir. Alır başını ele, sektirir gider bir bilinmeze...
V
Şiir gerçekten zor bir sanat dalıdır. Şiirin şairinde öncelikle yetenek olacak, duyarlılığı had safhada olacak, her mazgala yüreği asılacak şairin. Öksüz uykularını bırakacak yatağına her gece, yeri gelecek sınırsız düşlerini idam ettirebilecek. Şiirin hikmetli bir söz olduğunu hiç unutmayacak şair, Peygamber Efendimizin hırkasının okşayıcılığını hissedecek omuzlarında şair. Ayrıca heyecanlı ve hevesli olacak. Ondaki heyecan ve heves ise kültürle beslenecek…
Şiire gelince; o gönüllere sunulurken, önce ayakları kınalanacak şiirin, sonra elleri. Sonra bir gelin gibi sunulacak şiir. Şiirin düz yazıdan farkını burada bir şairimizin diliyle vermek isterim hemen. Müthiş bir tespit bana göre… Şairimiz nazmediyor ki: “Düz yazıda yazar ceylanın avcısıdır, şiirde ise ceylan şairin avcısı…”