KIŞ LASTİĞİ
----------
"Görəsən ömrümün qışımı gəldi?"
Eskiden Aralık ayına girildiğinde kış mevsimine ayak basmış olurduk. Giysilerimiz kalınlaşır; ocaklarımızın, sobalarımızın bacasından göklere dumanlar yükselirdi. Ağaçlar ve bitkiler sanki giysilerini çıkarmış gibi olurdu. Kışın doğa kendisiyle halleşmez miydi İlkbahar öncesinde? “Ne güzeldi o kış bahçesinde/Güllerin çok derinlerde çalışan uykusu/Sana bir bahar hazırlamak için./Dallar, filizler, eski masal dilberleri gibi/ Hüzne ve hülyaya gömülmüş/Doğmamış çocuklara/ninni söylüyorlardı sanki…/Ana rahmi gibi sıcak ve yüklü idi hava/İyi mayalanmış hamur gibi/Gizli nabızlarla atıyordu toprak…” İşte böyle, Ahmet Hamdi Tanpınar kış bahçesinde benimle kartopu oynardı ellerini hohlayarak!
“Fireze bas kara/kışa bas” derdi büyüklerimiz eskiden. Kasım ayı girdiği andan itibaren kış geldi sayılırdı. Yiyeceği, giyeceği kıt olan, ayakkabısı delik, cebi meteliksiz olanlar için geç biten bir mevsimdi kış.
Kış mevsiminin apayrı bir güzelliği, özelliği vardı yine de! Bu mevsimde anılar depreşirdi adeta! Bu duruma “geyikler çizen sesimizdir” diyebiliriz. Uzuuuun kış gecelerinde dizilerimiz değil, dizlerimiz vardı şal yorgan altında. Bataryalı radyolarımızda heyecanla dinlediğimiz ve dimağımızda canlandırmaya çalıştığımız arkası yarınlarımız vardı. Kış sevilmeyebilir pek çoğumuz tarafından belki. Biz şairler açısından da sanki sonbahar daha cazibeli bir mevsimdir. Ama biraz gerçekçi gözle baktığımızda, gerek ev hayatının gerekse komşuluk ve akraba ilişkilerinin, huzurun kış aylarında daha da canlandığını görürüz. Üç mevsimde verilen emeğin sefâsı işte bu mevsimde sürülür sanki… Yâren muhabbetleri, arabaşı ziyafetleri sanki bu mevsimin süsüdür. Hayat okullarının açık olduğu bir dönemdir kış… “Kar yağıyor üstümüze, inceden” diyen Dıranas’a; “kar ne kadar yağsa yaza kalmaz” diye teselli verirken, sırf unutmak adına olumsuzluklarını dünyanın ona yine kulak vermeden edemeyiz:
“…Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam!
Uyandırmayın beni, uyanamam.
Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına,
Allah aşkına, gök, deniz aşkına
Yağsın kar üstümüze buram buram.
Buğulandıkça yüzü her aynanın
Beyaz dokusunda bu saf rüyanın
Göğe uzanır -tek, tenha- bir kamış
Sırf unutmak için, unutmak ey kış!
Büyük yalnızlığını dünyanın.”
Efendim; son yıllarda her şey gibi mevsimler de mi değişti nedir bilemem. Ocak ayını yarılamışız neredeyse sanki sonbaharı yaşıyor gibiyiz. Yazın sıcağından sonra bu atmosferi serinleten havaları sevmemek elde değil. Artık akşamüstüleri hafiften içimiz ürperse de, o yemyeşil yapraklar sararıp yerlere dökülse de hoş bir mevsimi yaşıyoruz. Sonbaharla kış arasındayız sanki. Bir de şu yağmur kokusunu doya doya içimize bir çekebilsek, yağmur damlalarından oluşan su birikintisini üzerimize sıçratan şu arabanın şoförüne şöyle okkalı bir küfür sallasak var ya..! Sonra o yağmurun çisenti dediğimiz türüne tutsak ağır başımızı. Yuuuuh çeksek otobüs duraklarına kaçışan yağmur kaçaklarına…
Doğa artık yavaş yavaş kabuğuna çekilse de; hüzün, sevgi, ayrılık daha birçok duygu harmanlanıp önümüze serilse de bu oluşumların getirdiği durumlar farklı hisler uyandırır bende hep. Doğaya hayat vermesini beklediğim o sağanak yağmurlar şu içimin yangınlarını da bir an olsun söndürebilir diye ümit ediyorum şimdi.
Bu mevsimdeki hüznün solukluğunu içimde hissedeyim. Dökülen sarı sarı yapraklara, caddelerde sıçrayan sulara, gökyüzünün gri havasına şöyle bir kendimi kaptırayım gitsin hele!.. Kar yılına “var yılı” diyebilmek adına, gökyüzünden; Gökçeöz yağmurları çaldığımda oturup şöyle bir pencere önüne Onno Tunç markalı “Bir Kış Masalı” söyleyivereyim diyorum MAVİ dilinden;
/….Bir su damlası ürperir tenimde
Bir temas hatırlarım ta eskiden
Gözlerimi unuttum masallarda
Ağlayamam ki ben!/