Sabahın serinliğinde kahvaltı ve kahve keyfinden sonra kendimi toparlayıp dışarı attım.
Dinlene dinlene Kemal Dayı’nın kıraathanesine yöneldim. Bakalım millet ne yapıyor, iyiler mi, görelim diye…
Kapıdan içeri girdiğimde bilinen ahali, alışık oldukları masalarına oturmuşlar, kimi muhabbette, kimi fayans döşüyor, kimi de pişpirik oynuyor.
İçeriye girdiğimde Muhtar Emmi, okuma köşesindeki masasının başında, okuma gözlüğünü gözüne takmış, günlük gazeteleri gözden geçiyordu.
Beni görünce eli ile “Gel” gibisinden işaret etti, vardım yanına selam verdim oturdum…
“Nasılsın?” dedi…
“Nasıl olalım Muhtar emmi usüldendir, iyiyim diyelim de iyi olsun bari” dedim…
Başını iki yana salladı, “Haklısın” dedi, “Kahvehane ahalisinin de pek keyfi yok, işte gelip oturuyorlar, vakit geçiyor” dedi…
Bu sırada elinde üç bardak çay ile Kemal Dayı geldi.
Bir bardağı Muhtar Emmiye, bir bardağı benim önüme koyduktan sonra, bir bardağı da kendine koyup, masaya, yanımıza oturdu…
Her zaman kah gülen, kah ahaliye fırça atarken gördüğümüz Kemal Dayı’nın keyfi hiç yok. Belli ki birisi ona bir şeyler söylesinde içini döksün durumunda…
Lafa “Nasılsın Kemal Dayı, işler nasıl gidiyor” diyerek girdim.
Şöyle bir yüzüme baktı, acı acı gülümsedi…
Doğrudan verdi cevabı; “Hiç iyi değil…” dedi…
“İşler düştü mü Kemal Dayı” diye sözüm ona sohbeti koyulaştıracağım ama ters tepti.
“İş mi kaldı ki düşsün. Yaş elliyi geçti, takatim yavaş yavaş düşmeye başladı” diye cevap verdi…
“Eeee… Çırak al yanına” dedim sanki çok iyi bir öneri gibi…
“Çırağın parasını sen mi verecen” demez mi?
Ancak “Haklısın Kemal Dayı” diyebildim…
Kemal Dayı devam etti…
“Kıraathaneyi kapatmayı bile düşünüyorum ama…”
“Aması da ne ki Kemal Dayı” dedim…
“Lan oğlum, senin kafa hiç mi çalışmıyor? Ben burayı kapatırsam buradaki emekli tayfasına ne olacak? Ya evlerinde oturup ömürlerinin tükenmesini bekliyecekler ya da sokaklarda kafası kesik tavuk gibi gezinecekler” dedi…
Vallaha haklı…
Bir tarafta emekli ahalisi, öteki tarafta iş bulamayıp, cebinde de parası olmayan işsiz takımı…
“E peki, gelir durumun ne Kemal dayı?” diye sordum.
Derin bir üffff çektikten sonra; “Eskiden ahali günde en az beş altı bardak çay içerdi. Şimdi birinci bardağı içiyor, ikinci bardağı ayıp olmasın diye içiyor, cebinde parası kaldıysa, üçüncü bardağı da bana destek olmak için içiyor. Gelir yok ki, ucu ucuna anca çıkıyoruz işin içinden. Allahtan mülk benim ama, su ısınacak, elektrik masrafı, musluk suyu kullanamıyoruz, damacana suyu masrafı. Çay, kahve şeker masrafı. Ben ekonomist değilim ama bunların hepsi ile maliyet hesabı yapacak kadar deneyim sahibiyim. Bu maliyet üzerine bir de kar koydun mu, fiyat alıp başını gidiyor. Cücük kadar emekli maaşı ile eskisi gibi bardak bardak çay içemiyor ki kimse… Maliyet düşsün diye artık yandan çarklı çay bile vermiyorum. Millet şekersize alıştı.”
Dert bir değil ki, bir kişide de değil, oturup topluca ağlama töreni mi yapsak acaba derken Rasim, oturduğu masadan seslendi…
“Kemal Dayıııı… Çay daha demlenmedi mi yav, içimiz dışımız kurudu” dedi…
Kemal Dayı Rasime şöyle bir ters ters baktı, dilinin ucuna bir şey geldi ama diyemedi. Aslında çay demlenmişti ama Kemal Dayı bizimle dertleşmeye dalmıştı.
Kalkarken bana döndü; “Bunları sabahtan akşama gütmek, fiyatlara dahil değil, bedavadan” dedi ve ocağa doğru yöneldi.
Muhtar Emmi, gözlüğünün altında bilinen kıs kıs gülmesi ile beni biraz da olsa rahatlattı da sohbete devam ettik.
Kıraathane ahalisi mi?
Bildiğiniz gibi desem olmaz, bilemediğiniz gibi herkes dertli…