Uzun zamandan bu yana, Kemal Dayı’nın kıraathanesini bir türlü ziyaret edemedim. Ahali ne yapar, gündemleri nedir, bilmiyorum.
Gerçi onların standart gündemleri, masa etrafında okey, tavla ya da kâğıt oyunlarıdır. Yancıları da yanlarında ama herkes kendi çay parasını artık kendi ödüyor, Kemal Dayı da olabildiğince fiyatları aşağıda tutmaya çalışıyor ki, müşteriyi de kaybetmesin. Sonuçta ekmek kapısı orası, vicdansız olmayı kaldırmaz ev sahipleri gibi…
Evden dışarı çıkmakta zorlanıyorum, “Tek başına gidersen ya bir şey olursa” diye pek salıvermek istemiyorlar sokağa ama sıkıca giyindim, sokağa çıktım.
Elimi arkadan bağladım, nasıl olsa mahallede türbe yok, saygısızlık sayılmaz. Yavaş yürüyüş temposu ile Kemal Dayı’nın Kıraathanesine doğru yöneldim…
Kıraathane ahalisi eskiden beni tanımazdı, otururdum bir kenara, onları gözlerdim, ne diyorlar diye. Çünkü ülkenin birçok sorunu buralarda masaya yatırılır ve toplumun düşüncesini üç aşağı beş yukarı ortaya koyarlar.
Elbette bu ortaya koyuşlar, bilimsel araştırma seviyesinde değildir ama yaşadıklarının özetidir aslında.
Bir gün beni Muhtar emmi fark etti, iki sohbetten sonra kimliğimi özdü…
“Hıııı…” dedi, “Sen buraya geliyorsun, milleti dinleyip malzeme topluyorsun yazılarına…”
İtiraz edecek durum kalmamıştı, “Doğru dersin Muhtar emmi” dedim, “Olmaz ki” dedi…
Şaşırdım, “Niye ki” diyebildim” devam etti. Onlarla kaynaş ki sana apaçık her şeyi anlatsınlar. Burası demokrasi meydanı, burada her fikri söylemek ve savunmak serbest, sonuçta ortak noktayı bulurlar” dedi…
İşte ondan sonra, Muhtar Emmi ile kısa sohbetin ardından onların masasına “Yancı” olarak oturmaya ve konuşmalarını, tartışmalarını izlemeye, sorular sormaya başladım.
İşte geldik, girelim bakalım içeri, ne var ne yok…
XXX
Bilindik manzara…
Rasim, Kamber, Kasım ve Kerem, bilindiği gibi fayans döşüyorlar. Diğerleri kâğıt oyununda ya da masa etrafında sohbetteler.
Muhtar emmi ile kısa sohbet sonrasında, onu gazeteleri ile başbaşa bırakıp dörtlünün masasına “Yancı” oldum. Selamlaştık ama gördüğüm kadarı ile kimsede iştah yok. Eskiden oyun sırasında birbirlerine laf atar, kızdırırlar, sonra da günün önemli başlıklarını bir yandan fayans döşer bir yandan da tartışırlardı.
Tık yok, sadece “Bekleme yapma, taş çeksene” gibi oyundaki uyarıcı cümleler…
Ben, “Eeee, gündeminizde ne var ne yok?” diye lafı masaya bıraktım.
Rasim, bıyık altından gülerek, “Dalga mı geçiyon ya… Ne var ki ne olsun” dedi…
Kamber; “O’lum, onu herkes biliyor, siyasette ne var ne yok diyo galiba…” deyince, üstüne gittim, “He valla…” edim…
Kasım, “Siyaset bize bir beden büyük gelir. Kimin ne ettiğini anlamıyoruz ki…”
“Neden” dedim, “Siz taban değil misiniz, bilirsiniz…”
Kerem, öte yandan kıkır kıkır gülmeye başlayınca, Rasim ona kızdı, “Ne gülüyon o’lum, şebek mi oynatıyoz” dedi…
Kerem; “Yok, şebek oynatmıyoz da, biz oynuyoz, taban mı kaldı. Tabanı düşmüş ayakkabı giymiş gibiyiz, tabanı da düşmesin diye ip ile bağladık, görmüyonuz mu?...”
Aslında bu son tanımlama, siyaset ile halk arasındaki bağın özeti gibiydi…
Sessiz kalarak bir süre daha oturduktan sonra veda edip ayrıldım…
Atatürk boşa dememiş, “Köylü milletin efendisi” diye.
Efendi olan milletin kendisi…
Temsilcileri olan siyasiler ve partiler ile bağı, ayakkabısının düşmekte olan tabanın, ip ile bağlamış hali gibi.
Ancak ayakkabı kim, taban kim?
Onu da toplum, yani millet belirleyecek…