Beni sıkılmadan, usanmadan, düşüncelerimi merak ederek okuma nezaketini, sabrını gösteren değerli okurlarım…
Pazartesi yazımızı pazar gününden gönderip yayına vermek gibi bir zorunluluğunuz var.
O nedenle de dün, olanca samimi duygularımla Valimiz Sayın Çiçek’e içimi döktüğüm yazımı okudunuz.
O nedenle 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda ülkece yaşananlar üzerine düşüncelerimiz bu güne bırakmak zorunda kaldım…
Şimdi gündeme gelelim…
XXX
Günün birinde, giysisinin içinde gerçek “Derviş” kılıkta bir adam, pazar yerinden geçerken bir olay gözüne takılır. Uzun uzun başı yana eğik bakar ve sonrasında heybesi sırtında, elinde asa olan Derviş, yoluna revan olur…
Olurken de “Bu da geçer ya hû…” der.
Bu sözü duyanlar öyle büyülenmiştir ki, hemen hattat Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin yanına koşarlar. Sözü söylerler, Kazasker Mustafa İzzet Efendi de söz, yüzüğe işler. Hemen yüzüğü alır gider, Sultan II. Mahmud'a takdim ederler.
Artık kim veya kimler(!) takdim eder, orasını bilemiyorum.
Sultan II. Mahmud sözü pek beğenir, üzerinde de uzun uzun düşünür. Düşünmeye, yorumlamaya, aklı kullanmaya, yorum yapmaya değer bulur…
XXX
Ömer Hayyam şöyle diyor…
“Gönül, her an sevdiğinin kapısında ol; her istediğini onda ara, onda bul. Aşk tavlasında hileye kaçma kalleşçe koy canını ortaya, soyulursan soyul.”
Toprak, gökyüzüne olan hasretini yağmur vuslatıyla giderir.
İnsan, gönülden ve inanarak Allah'a sığındığında, yüce Allah ona hiç ummadığı bir yerden yardım gönderecektir.
Senin Allah demen onun buyur demesi sayesindedir. Artık anla ki Allah'a dua etmeni, onu çağırmanı sağlayan dert, dünya saltanatından daha iyidir. Dertsiz dua soğuktur. Dertliyken yapılan dua ise gönülden kopar
Sarayda da otursan, çadır da da fark etmez. Bu dünya bir han, sen yolcu... Unutma geçiciyiz bu dünyada, kalıcı değil!
(Bu bölüm alıntıdır.)
XXX
Cumhuriyetin yüzüncü yılı, bildiğiniz(!) gibi kutlandı, yürekten kutlayanlar da kendi bildikleri gibi kutladı.
Çünkü bu bayram, Cumhuriyete bağlı, Atatürk’e bağlı, onun düşüncesini savunanların hakkıyla kutladıkları bir bayramdı…
Bir de şu konuya değinmek istiyorum…
Kayseri’nin bir ilçesinde, 3 lise öğrencisi, Atatürk’ün fotoğraflarını yakmışlar ve o olayı da kaydedip sosyal medyada yayımlamışlar.
Tabii ki, apar topar gözaltına alınmış, sorgulanmış ve tutuklu olarak yargılanmalarına karar verilmiş…
Olayın bu şekilde gelişmesi, benim aklıma, vicdanıma ve düşüncelerime sığmıyor.
Elbette Atatürk’ün fotoğrafının yakılmasına ve kayda alınıp yayılmasına tepki gösteririm. Bu başka bir şey… Ama yapılması, öncelikle olarak gereken şey, o lise hangi lise, o lisede hangi öğretmenler ders veriyor, o lisede kimler bu çocukların kulaklarına üfürüyorlar?
Esas bulunması, derinine derinine incelenmesi gereken şey bu…
Bu çocuklar muhtemelen kısa süre de olsa ceza alabilirler.
Her türlü naneyi yiyenleri tutuksuz olarak yargılamayı biliyoruz da bu “Çocuk” yaştakileri mi tutukluyoruz?
O çocuklar, cezaevinden çıktıktan sonraki ruh halleri bizleri hiç ilgilendirmiyor mu?
Biraz akıl, biraz düşünce, biraz yorumlama…
Toplumda, kulaklarına üfürülen bilgilerle yola revan olanlar. Ülkenin gidişine, ilerlemesine ve gelişmesine taş koyuyorlar.
Cumhuriyetin 100. Yılı kutlama programlarına baktığımızda, daha iyi anlıyoruz.
İçimiz acısa da, acıtsalar da…
“Bu da geçer ya hû…” diyoruz tüm sabır ve iyi niyetimizle…