Statüko bana göre bir iş değil, öyle yetiştirildi bizim nesil.
Yıl 1957, genel seçimler yeni yapılmış DP yeniden ve üçüncü kez iktidara gelmişti.
Yurt içinde ekonomik sıkıntılar baş gösterirken, baskılar da giderek artmaya başlamıştı.
Yetmiyordu, Kıbrıs’ta EOKA’cılar soydaşlarımıza zulüm ediyorlardı.
Bizler o yaşta, her gün meydanlarda “Ya istiklal ya ölüm” diye gösteriler yapıyor, Camcı komşumuz, rahmetli Salih Ağabeyin cam kasaları içinden çıkan ağaç tongalarını, siyah bezden yaptığımız Makaryos maketininim içine doldurup, Antalya Cumhuriyet meydanında yakıyorduk.
O günlerde İsmet Paşa, miting yapmak üzere Antalya’ya gelmişti. Havaalanından şehre, üstü açık Willys Jeep ile meydana gidiyordu.
Koştum aracın yanına, tuttum paltosunun eteğinden. Bana şöyle bir baktı, bir şey demedi, araç gitti, ben yanında koştum. Siyasete ilgim orada başladı.
Yaz tatilinde Şelale Matbaasında, rahmetli Sadrettin Tunca amcanın yanında çalışıyordum, sokaklarda boş boş gezmemek için. Yaşımız küçüktü, Şelale gazetesinin yanına bile yaklaşamıyordum ama baskısını yapıyordum.
Gazetecilik hevesim de orada başladı.
XXX
Yıl 1962-1963 öğrenim dönemi.
Bu kez Muğla’dayım…
Meraklarımın üstünü örtüp de küllendiremiyorken, burada tümden ortaya çıktı.
Önce bana “Gazetecilik” konusunda büyük katkısı olan, şu anda kullandığım köşe başlığımı hediye eden rahmetli Mehmet Menteşeli…
Sonra İbrahim Ergin ve Erol Temelkuran, Dr. Reşat Titiz…
Devrim gazetesinde Erman Şahin…
Onların yol göstermesi ve öğütleri ile statükoya uymamayı öğrendik. Yazmayı, düşüncelerimizi özgürce açıklamayı belledik.
Bizim için Anayasa’nın ilk dört maddesi, Atatürk ilkeleri, Gençliğe hitabe, özgür düşünceyi ifade etme…
Vazgeçemeyeceğimiz ilkelerimiz oldu.
Bizim için vatan ve millet, sözde değil özde vardı. Sakarya ise yerinde akıyordu.
Büyüklere saygı, küçüklere sevgi, koşulsuz kurallarımızdı.
Ama baş eğilmez, kimseye yancılık, yalakalık yapılamazdı.
XXX
İşte o Muğla Turgut Reis Lisesi yıllarında, akşam okuldan çıkmış her zaman gittiğimiz Akyol bulvarından değil de bir arka sokaktan eve gidiyorduk.
O sokakta da Erkek Sanat enstitüsü vardı.
Sokağa girdiğimizde, sigaraları yaktık. Tam okulun önünden geçiyorduk ki, beden eğitimi öğretmenimiz orada bitiverdi…
Dört kişiydik, diğerler, tabana kuvvet kaçtılar, ben sibek taşı gibi ortada kaldım…
Bana “Paketi ver” dedi, verdim, ardından “Şapkanı da ver” dedi” onu da verdim, “Hadi şimdi git” dedi, yürüdük ve eve vardım…
Ne olacağını bilemiyordum, bir ihtimal disipline verilecektim ve verildim de…
Bir gün Müdür yardımcısı öğretmenimiz beni çağırdı. Bir şeyler olacaktı, ama beni çok severdi, bakalım n’olacak diye vardım yanıma.
“Otur” dedi, masanın kenarına oturttu, önüme bir kâğıt uzatıp, “Buradaki sorulara cevap ver” dedi…
Sorular, sigara içerken yakalanmamla ilgili idi.
Cevaplar vermeye başladım ama öyle bir soruya geldim ki, takıldım, şaşırdım, ne yazsam ki, düşündüm.
Sorunun cevabı belliydi de, cevabı kolay değildi…
Şöyle diyordu soru: “Korkmuyor musun?”
Kalakaldım… Bir süre düşündüm ve cevabı verdim…
“Siz Allah mısınız ki korkacağım…”
Cevap, okul içinde dalga dalga yayıldı. Tüm öğrenciler, bana ne ceza verilebileceği üzerinde konuşuyorlardı. İşin içinde okuldan da atılmak vardı.
Gazeteciydim(!), hiç de umurumda değildi. Ya da ben o havalardaydım.
Bir hafta sonu, bu kez sözlü savunmaya çağırdılar…
Sadece “Bu nasıl cevap” diye sordular.
Başım dik cevap verdim; “Ben cumhuriyet çocuğuyum, Atatürk ilkeleri ile yetiştirdiniz bizi. Bizler Allah’tan başka kimseden korkmayız ama büyüklerimize ve öğretmenlerimize saygılıyız. Evet, bir kusur işledim, doğrudur. Sürekli sigara içen birisi de değilim. Ancak kimseye saygısızlık etmedim, etmem de. Elbette cezası vardır, verirsiniz uyarım. Ama kimseden de korkmam” diyerek bitirdim…
Şimdi çok gülüyorum, ama “Öyle mi, al sana bir hafta okuldan uzaklaştırma” dediler.
Oysa benimle yakalananlar üç günlük uzaklaştırma almışlardı.
Olay sonrası cezayı babamdan saklıyordum ancak okuldan ona yazı gitmiş. Ayrıca okul müdürümüz, çok da saygı duyduğumuz rahmetli İbrahim ŞEHİTOĞLU da konuşup verdiğimi cevabı aktarmış…
O güne kadar bana bir fiske bile vurmayan babam, o akşam önce sorguya çekti, sonra sadece “Saygısız” diyerek o ünlü Osmanlı tokadını suratıma yapıştırdı.
Biliyor musunuz?
O tokadın ardında sevgi ile karışık “Aferin” vardı ama hiç de belli etmedi…
Bir haftalık cezamı çektim, okula yenden döndüm. Biraz uslandı mı, hem evet hem de hayır. Eğitim hayatımız içinde, ilkelerden asla taviz verilmeyeceği öğretildi bize.
İşte biz böyle yetiştik de, bugün “Siz kimsiniz ki korkayım sizden” diyemez olduk kimseye.
Ne acı değil mi?