Bazı Cumhuriyet düşmanları, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ve halen cahil topluma şunu söylerler…
“Atatürk; Kuran-ı Kerim’i yasakladı ve toplattırdı.”
Allah ve Kuran ile cahil toplumu kendi çıkarlarına alet etmek için çalışan kesimin bu türlü yalanlarını ortadan kaldıracak tarihi belgeyi ortaya koymak istiyorum.
Aslında bu bilgiler çok saklı-gizli bilgiler değildir. Araştıran herkesin ulaşabileceği devlet arşivlerindeki belgedir.
Konuya girmeden önce, size tarihi bir kişiyi tanıtmak istiyorum.
Neden?
Cahil kesimin bunları bilmesi olası değil de belki buradan okuyup öğrenirler diye…
Mehmet Rifat Börekçi…
“Milli Mücadele’nin ilk günlerinde Ankara’da ‘Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’ni kurdu ve bu cemiyetin başkanı oldu.
Yokluklar içerisinde düşmanla mücadeleye hazırlanılan o karanlık ve acı günlerde Mustafa Kemal Paşa ile birlikte çalıştı ve maddî-manevî büyük hizmetlerde bulundu.
Bu çalışmaları sırasında İstanbul Hükümeti tarafından âsi kabul edilip, Ankara Müftülüğünden azledilerek (1920) idama mahkûm edildi. Ancak Ankara Hükümeti Rıfat Efendi’yi derhal müftülük görevine iade etti. Altı ay Muğla(Menteşe) Milletvekili olarak TBMM’de çalıştı. Ancak müftülük görevini tercih ederek 27 Ekim 1920’de Milletvekilliğinden ayrıldı. 23.12.1922-30.03.1924 tarihleri arasında Şer’iye Vekâleti Heyet-i İftaiye azalığında bulundu. 04 Nisan 1924 tarihinde başladığı Diyanet İşleri Başkanlığı görevini, vefat tarihi olan 5 Mart 1941 tarihine kadar sürdürdü.” (Alıntı)
(Şer’iye Vekâleti Heyet-i İftaiye; kurtuluş savaşı sonrasında hükümet içindeki “Dinişleri ve Vakıflar Bakanlığı”dır ve sonradan kaldırılmıştır.)
Devlet Arşivi Genel Müdürlüğü’nden çıkan ve ilk Diyanet İşleri Bakanı Rifat Börekçi’nin imzasını taşıyan 08 Şubat 1938 tarihli belge, ortaya atılan yalanların aksine Atatürk döneminde Kur-an’ın evlerde bulundurulması ve gençlere dinin öğretilmesi için tavsiye verildiği gerçeğini gün yüzüne çıkarıyor.
İl Müftülüklerine gönderilen genelge aynen şöyle…
“Zaruriyatı diniyesini öğrenmek her mükellefin üzerine farzdır. Teklif çağına gelmiş olan çocuklarına bunları belletmek her ailenin her saniye esaslı vazifelerindendir.
Bunun için her evde bir Kur-ânı Kerim, bir de din kitabı bulunmak lâzımdır. Her Müslümanın bellemesi elzem ve zarurî olan dînî ve ahlâkî meselelerin hepsini “Îslam Dînî” adındaki mühim kitapta bir araya toplanmıştır.
Hey’ti müşaveremiz azasından Ahmet Hamdi Akseki tarafından yazılarak dairemizce İmam ve Hatipler için resmen kabul edilmiş bu kitap, aynı zamanda her Müslümanın evinde bulunması elzem bir eserdir.
Sade bir lisan ile yazılmış ve çocuklu velilerin esaslı bir vazifesini de kolaylaştırmış olan bu kitabı, her Müslüman kendi kendine okuyarak dînî, âhlâkî vazifelerini bundan öğrenebilecektir.
Her köyde ve Müslümanın evinde bu kitaptan bir tane bulunması ve her ailede bu kitabın muntazam okunması için lâzım gelen irşadatta bulunarak her mü’minin bu kıymetli kitaba sahip olmasına gayret ve delâlet etmeniz ehemmiyetle tavsiye olunur.”
Direnerek din düşmanı olarak tanıtılmak istenen ve bu yoldan boş heveslere kapılan cahillerin bilmek istemedikleri, hatta doğru bile bulmadıkları, Atatürk’ün, emek ücretini kendi cebinden vererek Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’a Türkçe diline çevirttiği Kuran’ı bile hoş karşılamazlar.
XXX
Toplum, Arap harflerini ve Arapçayı asılsız bir şekilde yıllarca “Kutsal” bir dil olarak kabul etmiş, Arap harfleriyle yazılmış her hangi bir yazıyı bile kutsal sayarak yerden alıp duvar deliklerine sokuşturmuştur.
Nedeni yine aynı şeyden kaynaklanmaktadır.
İman ettiğini ve İslam dinine tabiiliğini savunan ve fakat cahilliklerinden taviz vermeyen kesim, okudukları kuranı anlamazlar.
Oysa Yunus Suresi 2. Ayeti apaçık ortadadır.
“Biz onu, akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur'an olarak indirdik.”
Türkçe kuranı da okumazlar, oysa Alak suresi 1. Ayet, ilk tebliği edilen ayet aynı zamanda, Arapça okurlar ve anlamazlar…
“Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı "alak" dan yarattı.”
XXX
Başında sarık, sırtında cübbe, içinde yakasız mintan, şalvar ve ayağında çarık ve çenelerinde sakal diye bıraktıkları kılları ile sokaklarda “Tebliğici” sıfatı ile dolaşan bu cahil topluluğu nasıl doğru yola gelmesini sağlayacağız?
Ve bunların ağababaları şeyhleri…
XXX
Atatürk’ün bir sözü ile yazıyı sonlandırayım…
“Var olan tarikatların amacı kendilerine bağlı olan kimseleri dünyada ve manevi olan hayatta mutluluk sahibi yapmaktan başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin, bütün kapsamı ile medeniyetin ışığı karşısında filan veya falan şeyhin uyarmasıyla maddî ve manevi mutluluğu arayacak kadar ilkel insanların Türkiye medeni toplumunda varlığını asla kabul etmiyorum.
Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek yol, medeniyet yoludur.
Medeniyetin gerektirdiğini yapmak insan olmak için yeterlidir. Tarikat reisleri bu dediğim gerçeği bütün açıklığıyla anlayacak ve kendiliklerinden hemen tekkelerini kapatacak, müritlerinin artık erginliğe ulaştıklarını elbette kabul edeceklerdir.”