Doğduğum mahallenin adı Emirağa Mahallesi.
Şimdi ne öyle bir mahalle adı var, ne de yeri belli.
Sadece Otmanoğlu Camisi kaldı, bir de bilmeyenleri bakınca anlayamayacağı, etrafı demir parmaklıklarla çevrili, taş yığını halinde ayakta durmaya çalışan Matra Çeşmesi…
Mahallelerimizin belirgin özelliği, büyüğü ile küçüğü ile herkesin birbirinin yedi sülalesini tanıyor olmasıdır.
Bu mahallede, Kahveci Nuh Mehmet Ağa’nın torunu, DDY Hareket Memuru Kazım Bey’in oğlu olarak doğmama rağmen, babamın memuriyeti nedeniyle uzun aralıklarla ve kısa süreli, doğduğum iki katlı yonu taşı evimiz, büyükçe bir hayatımızda yaşadım.
En muhteşem ve mutlu çocukluk günlerimi geçirdiğim mahallemdir.
Örneğin, yasaklanmadan önceki son “Taş döğüşünü” gördüm.
Aşık oynamayı, misket oynamayı, uzun eşek oynamayı, met-çelik oynamayı, telden araba yapmayı, çember çevirmeyi, buz üstünde topaç çevirmeyi, Yaroğulları’nın evinin hizasından Nebi Çavuşların Memed Emmi’nin garajının alt ucuna kadar hepi-topu 15 metre olan hafif bayırda, anamın altı sürtük nalisi ile kaymayı da ve daha aklıma gelmeyen bütün sokak oyunlarını orada gördüm ve yaşadım.
Sokağa çıkarken anamın “ Sepli oynayın, nizah çıkarmayın, üstünüzü batırmayın” öğüdüne rağmen, yine de üstümüz başımız dağınık, kir içinde eve geldiğimizde leğenin içinde, Marta Çeşmesinden güğümlerle getirile su ile başımıza bazen tas, bazen sabun ile vurularak yıkanışımızı orada yaşadım…
Mahallenin “Gıranlarını” zapt etmek zordur. Hepsi de birbirinden yagazdır.
XXX
O taş yığma evlerin hemen hepsinde, sütünden yararlanmak için bir inek beslenir.
Çoban, evden saban alır, akşama kadar yayar, akşam da getirirler.
İlginç olan yanı şudur…
Çoban, Çakalız çeşmesinin oradan sokağa girer, Matra çeşmesi yanında inekleri toplaya toplaya eski mezarlığın oraya, eskiden “Yazı” dediğimiz yere kadar çıkartır. Öyle kapı önünde inekler evden çıkacak diye beklemez. O yürür, inekler sürüye kendiliğinden katılır.
Akşam ise çıktıkları sokaktan mahalleye girerler ve her inek, kendi evinin kapısını bilir, bir tos vurur içeri girer ya da bekler, ineğin sahibi içeri alır ve hemen sütü sağılır.
Bunların içinde bir inek vardır…
İfakat Hala’nın ineği…
Sürüye katılırken henüz mahallenin gıranları sokakta olmadığından, sakince sürüye katılır.
Ya akşam evine dönerken?
Mahallenin ne kadar yaganzi gıranları varsa onlar da okullarından gelmiş, sokakta oynuyor olurlar.
İfakat Hala’nın ineği biraz ürkektir.
Sakin olsa olay çıkmayacak.
Bebelerin hepsi, İfakat Halanın ineğinin bu huyunu bildiği için, peşine düşerler, ineğin kafası karışır, ya evine varmadan ya da evinin kapısını geçtikten sonra can havliyle bir kapıdan içeri dalar.
Evin sahibi ve İfakat hala, zor zahmet ineği dışarı çıkarıp kendi evine getirmek için çabalarken, mahallenin gıranları da bir köşeden kıs kıs gülerek seyredeler.
İşin daha da ilginç yanı, bir gün değil, iki gün değil, olay her gün yaşanır ve İfakat Hala, bir başka komşusunun hayatından ineğini toplamak zorunda kalır…
Elbette komşuluğun verdiği hoşgörü çerçevesinde İfakat Halaya bir şey denmez ama…
Günün birinde komşusunun biri; “İfakat Hala, şu ineğine sa’bılsan da her gün aynı eziyeti çekmesen olmaz mı?” der.
Hani şikâyet için değil, yaşlı kadına üzüldüğünden…
Yoksa böyle şeylere, mahalle kültüründe şikâyet etmek komşuluğa sığar mı?
İfakat Hala, biraz bezgin ve komşusuna hak verircesine; “Benim inek evin yolunu bilir bilesinde de kızım, mahallenin gıranları durmuyor ki” der.
İşte o gıranlardan biri de benim…
Bu hikâyede kendini bulanlar kaldı mı, kaldıysa kaç kişi kaldı acaba?