Yazımın başlığını yazdıktan sonra, bir an Orhan Veli’nin o muhteşem şiirinden esinlendiğimi düşündüm. “İstanbul'u dinliyorum, gözlerim kapalı/Önce hafiften bir rüzgâr esiyor;” diye başlayan…
XXX
Telefon açar bazen…
Bir yazıya kafayı takmıştır, içinden geleni, ağzına geldiği gibi söyler genelde.
Yüreği tertemizdir, o nedenle lafı da batmaz.
Hatta bazen öyle konuşur ki, yazdığım yazıdaki konunun yanlış tarafını bile görürüm.
Bazen de “Ne güzel yazmışsın, oh yüreğime değsin” der…
Biraz da argo laflar etmeyi çok sever…
XXX
Telefon çaldı, baktım o…
Neye kafayı taktı ki, çok da bir şey yazmadım, sanırım geçmiş olasın filan diyecek diye düşünerek telefonu açtım…
“Ne lan o, gümbür gümbür gelecekmişsin. Bizim gündemin gürültüsünden zaten kafamız ağrıyor, bir de senin gürültünü mü çekeceğiz?” diye lafa girdi…
Dedim ya, yürek temiz, dost, arkadaş, yoksa çekilecek gibi değil…
“Bu kez ne yaptım?” dedim.
Lafa girdi; “Gerçi seni özleyerek bekleyen de çok yok ya, işte alışkanlık. Üslubunu beğenenler de var, konulara girişine göre sevmeyenin de var…”
“Ne yapayım, bizde böyle” dedim…
“Yaz o’lum yaz… Dallandırıp budaklandırmadan yaz. Dağları yaz, tepeleri yaz, kuşları yaz, çiçekleri böcekleri yaz. En kötüsü, lan o’lum dünyayı dolaştın, yol yazıları, anılarını yaz. O gezdim dediğin yerler de zaten eksik, eksik yazmışsın. Bilmiyor belleme…”
Tamam, daha yazmadıklarım da var ama konu bu mu şimdi?
Doğru, yazsam Evliya Çelebi’nin “Seyahatnamesi” gibi olur aslında. Hele o ölümle yüz yüze gelişlerim…
“Haaa… O da olmadı he… Bak sana ne diyeceğim. Spor yaz, onun gündemi hemen değişmez. İşte Berna Hanım gitti, yerine Ali Çamlı geldi…”
Çok yazdık be anam, imam bildiğini okuyacak yine…
Neyse, işim çok, sana iyi günler diliyorum…
XXX
Kırmadan telefon konuşmasını sonlandırdım ama aslında cevaplarını vermekte de çok zorlandım.
Galiba yazı yazmaya ara vermemden olacak ki, beynimin o tarafı tembelleşmiş…
Dedim ya, bazen düşündürür ben söyledikleri diye.
Belki yol yazıları yazarım, gündemi yok nasıl olsa, sizinle hoş vakit geçirmiş oluruz belki…